ihsan oktay anar üzerine

4 Aralık 2009 Cuma



Ulema, cühela ve ehli dubara, ehli namus, ehli işret ve erbab-ı livata rivayet ve ilan, hikâyat ve beyan etmişlerdir ki hicretten 1379, isa mesih'ten 1960 yıl sonra, izmir namıyla bilinen şehirde, daha sonra Uzun İhsan namıyla bilinecek bir zât dünyaya geldi. Bu olay, daha sonra cereyan edecek pek çok güzelliğin başlangıcıydı. 


Bu dünya üzerinde, maddesel olmayan ve kimsenin bizden alamayacağı şeyler vardır. Kim ne yaparsa yapsın, bizimledirler. İçimizdeki müzik ve düşlerimizdir bunlar. Umudumuz, düşüncelerimiz, sevgimizdir. Nasıl bir bütün, parçalarının toplamından daha büyük bir şey ise, futbol nasıl sadece futbol değilse; Puslu Kıtalar Atlası, Suskunlar, Kitab-ül Hiyel de birer kitap olmanın ötesindedirler benim için. Elbetteki bu kitapların yazarının da gözümde çok başka  bir yeri var.

Yayınlanışının üzerinden on sene geçtikten sonra haberim oldu dünya üzerinde Puslu Kıtalar Atlası diye bir kitabın yazılmış olduğundan. Nasıl ki orta dünya benim ara sıra sığındığım, rivendell'da bir kahve içip döndüğüm bir yer idiyse, Uzun İhsan Efendi'nin evi de öyle bir sığınak oldu bana. Uzun İhsan'la hem hiyel, hem hayal ehli olmanın hayalini kurdum. Hayran oldum ona. Ben de yazacaksam, böyle yazmalıyım dedim.

İhsan Oktay, benim için hiç sahip olmadığım bir masalcı amca, bir baba gibidir bir anlamda. Sıkıldığımda, korktuğumda, üzüldüğümde sığınabileceğim bir kucaktır. Belki kendisiyle yüz yüze karşılaşsam, oturup muhabbet etsem, o izlenimi sonsuza dek kaybedebilirim. Genelde, hayran olduklarımızla karşılaştığımızda hep hayal kırıklıklarıyla karşılaşmaz mıyız zaten? Ancak "göbeğine yatayım, bana saatlerce bir şeyler anlatsın, ne anlattığı hiç önemli değil." dedirten iki insandan biridir. Ki bu insanlardan diğeri İlber Ortaylı'dır ve İhsan Oktay ile tip olarak da benzemektedirler. Sanırım bu her ikisinin de kırım kökenli olmasından ileri geliyor. Yine de gözünde canlandıramayanlar için şema ile gösterelim:


Şunu da hemen belirtmek isterim ki Uzun İhsan belki göbeğine yatılmasına izin verir ama aynı iyimserliği İlber hocam için gösteremiyorum. Böyle bir teklif karşısında beni sopayla kovalayabilir. Ayrıca fransız aksanıyla "ilbeeğğ" deyince, çok seksi bir ismi oluyor hocamın. Belirtmek istedim.

Neyse, konudan yine çok uzaklaştık. İhsan hocamla ilgili konuşacaktık:

Üzerine meteor düşse üzülmeyeceğim, bana göre overrated bir mekan olan İzmir ilinin en güzel yanı, İhsan Oktay Anar'ın orada yaşıyor olmasıdır. Gün olur da bu şehirde yaşamak cezasına çarptırılırsam, sırf karşılaşırız umudu ile Bostanlı'da ev tutarım. Ki, kendisi hocam olsun diye müspet ilimleri bırakıp felsefiyyat tahsil etmeye bile heves etmiş idim. Sonra vazgeçtim. Ama hani belki mezun olunca bir yüksek lisans düşünürüm bu konuda.

İhsan Oktay hoca, kendisine has bir tarz oluşturmuş, türk edebiyatının kilometre taşlarından sayılacak eserler yazmış bir yazar. Kitaplarını okurken, Tim Burton filmlerini izler gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Özellikle Suskunlar'ı okurken, " tim burton şu kitabın stop motion olarak bir filmini çekse ya" diye düşünmedim değil. Bence, harika ötesi bir şey olurdu ve almadık oscar bırakmazdı. Yine Anar'ın kitaplarındaki karakterler ve anlatım dili, karakterlerin kişilikleri, dine getirdiği bakış açısı, insana Hayyam rubaileri okur gibi bir tat bırakıyor. Belki hiç alakası yoktur. Ama bir Neyzen Tevfik, bir Ömer Hayyam havası yakalıyorum ben eserlerinde.

"En güzel yaz şiiri, kışın ocak başında yazılandır" demiş şimdi adını hatırlayamadığım bir şair. Bu, İstanbul'un o tarihi atmosferini, sokaklarının gizemini, evlerinin dokusunu İzmir'den nasıl bu kadar güzel bir şekilde tasvir edebildiğini açıklıyor bir anlamda. Okurken, o yıllara dönüyor, o sokakları geziyor, o yemekleri yiyor gibi oluyoruz. Üstelik, kendini alttan alta hissettiren güçlü bir mizahi yönü de var eserlerinin. Ancak Anar'ın eserlerinin en büyük eksiği, kadın karakterler yaratmamasıdır.


Suskunlar, Amat, Kitab-ül hiyel, Puslu Kıtalar Atlası... Bu kitapların hiçbirisinde derinlemesine işlenmiş bir kadın karakter yoktur. Suskunlar'da, meyhanede çıkan dansçılardan, servis yapanlara kadar hepsi erkektir. Uğruna cinayetler işlenen Neva'nın kahramanlarla tek bir diyaloğu yoktur. Annesi de, figüran kontenjanından yer bulur kendisine. Davud ile Eflatun'un annelerinden de pek bahsedilmemiştir. Evinden yurdundan dışarı adım atmayan pısırık Veysel Bey ne ara Goncagül'ü götürmüştür? Bu bile muallaktadır.

İhsan Oktay'ın tüm kitaplarında, kadınlardan bir uzak durma vardır. Esas karakterlerimiz kadınlarla sevişir, onlara aşık olur. Arka planda hep varlıklarını hissederiz. Ancak işte o kadardır. Uzun İhsan, romanlarında kadınların iç dünyalarına girmez, onları esas hikayenin içerisine davet etmez. Erkek egemen bir dünyayı anlatır ve o dünyanın kadınların gözünden nasıl göründüğü konusunda bize malümat vermez. Kadınları tasvir edişi açısından (kadınları tasvir edişi açısından dedim, kıçından anlamayın) Hüseyin Rahmi tarzı alaycı ve karikatürize bir tarzı benimsemiş gibi görünse de, onun gibi detaylı kadın tasvirlerine girmemiş, ana kahramanı olarak kadınları seçmemiştir.

Kitaplarını okurken, olayların işlenişi ve sıralanışı hakkında "böyle olmasa daha iyi olurdu." "bu kısım belki daha kısa işlenmeliydi, şurası daha çok uzatılmalıydı""bu olay, şundan önce anlatılmalıydı." diyebilirim. Belki benim bu önerilerim de, yazarın tasarımını ve vermek istediği asıl mesajı tamamen değiştirecek öneriler olabilirdi. Ancak tüm bunlar İhsan Oktay Anar'ın muhteşem bir yazar olduğu ve benim ona hayran olduğum gerçeğini değiştirmiyor.

0 yorum:

babamın radyosu