nihayet nihavend

24 Aralık 2009 Perşembe

Efenim, uzun süredir ara verdiğim türk musikisi makamlarını tanıtma işine kaldığım yerden devam ediyorum. Fark ettiğiniz üzere bu işte bir sıra takip etmiyorum. 



Nihavent, çoğu kişi gibi benim de en sevdiğim makam. Yani nihavent bir başka. En sevdiğimiz, dertlendiğimiz, gülümsediğimiz şarkılar hep nihavent. Müzeyyen apla "unutturamaz seni hiçbir şey" dediği anda rakı bardağını masaya vurmayan bir fasıl dinleyicisi gösteremezsiniz bana. İnsanın içi fena olur. Ortamda rakı yoksa bile, rakı bardağı masaya vurulurmuş gibi bir hareket mutlaka yapılır. Aynı şey, "şarkılar seni söyler"de de olur.  O şarkı da benim şarkımdır hani. Bir gün annem telefonda söylemişti bana. Ay insana sevgilisi şarkı söylemez böyle be. Anneler bitane, bitane. 


 Peki bu makam nasıl bir makamdır dersek, efenim zor bir soru sormuş oluruz. Batı müziğinde bunun karşılığı sol minör gamı diyebiliriz. İnici-çıkıcı bir seyri vardır. Durağı rasttır efenim. Ah rast makamı da ne güzeldir, ne şirindir. Neyse, teknik konusu çok karmaşık bunun. Buselik kürdi, hicaz micaz karıştırıyorlar. Ben de anlamıyorum. Anlamadığım bir şeyi anlatmam da çok zor olur haliyle. 


Nihavend, yapı itibariyle batı musikisi enstrümanları ile icra edilmeye uygun bir makamdır. belki de ondan seviyorum ehehe. Tsm'nin de en güzel şarkıları elbette ki bu makamdadır. Az önce bahsettiklerimden başka, "gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar", Zeki Müren'den dinlemesi ayrı bir zevk olan "mihrabım diyerek", kalamışa her gidişimde söylediğim ve bana fena halde fenerbahçe sevgisini hatırlatan "bir tatlı huzur almaya geldik kalamıştan", "gizli aşk bu, söyleyemem derdimi kimseye" falan hep bu makamdadır. Dinledikçe dinleyesi geliyor insanın yahu! 


Karar verdim, sourberry beni dj olarak alınca bir gün nihavend gecesi yapacağım. Tüm bu şarkıları çalar, tsm severleri mest ederiz oley!

ihsan oktay anar üzerine

4 Aralık 2009 Cuma



Ulema, cühela ve ehli dubara, ehli namus, ehli işret ve erbab-ı livata rivayet ve ilan, hikâyat ve beyan etmişlerdir ki hicretten 1379, isa mesih'ten 1960 yıl sonra, izmir namıyla bilinen şehirde, daha sonra Uzun İhsan namıyla bilinecek bir zât dünyaya geldi. Bu olay, daha sonra cereyan edecek pek çok güzelliğin başlangıcıydı. 


Bu dünya üzerinde, maddesel olmayan ve kimsenin bizden alamayacağı şeyler vardır. Kim ne yaparsa yapsın, bizimledirler. İçimizdeki müzik ve düşlerimizdir bunlar. Umudumuz, düşüncelerimiz, sevgimizdir. Nasıl bir bütün, parçalarının toplamından daha büyük bir şey ise, futbol nasıl sadece futbol değilse; Puslu Kıtalar Atlası, Suskunlar, Kitab-ül Hiyel de birer kitap olmanın ötesindedirler benim için. Elbetteki bu kitapların yazarının da gözümde çok başka  bir yeri var.

Yayınlanışının üzerinden on sene geçtikten sonra haberim oldu dünya üzerinde Puslu Kıtalar Atlası diye bir kitabın yazılmış olduğundan. Nasıl ki orta dünya benim ara sıra sığındığım, rivendell'da bir kahve içip döndüğüm bir yer idiyse, Uzun İhsan Efendi'nin evi de öyle bir sığınak oldu bana. Uzun İhsan'la hem hiyel, hem hayal ehli olmanın hayalini kurdum. Hayran oldum ona. Ben de yazacaksam, böyle yazmalıyım dedim.

İhsan Oktay, benim için hiç sahip olmadığım bir masalcı amca, bir baba gibidir bir anlamda. Sıkıldığımda, korktuğumda, üzüldüğümde sığınabileceğim bir kucaktır. Belki kendisiyle yüz yüze karşılaşsam, oturup muhabbet etsem, o izlenimi sonsuza dek kaybedebilirim. Genelde, hayran olduklarımızla karşılaştığımızda hep hayal kırıklıklarıyla karşılaşmaz mıyız zaten? Ancak "göbeğine yatayım, bana saatlerce bir şeyler anlatsın, ne anlattığı hiç önemli değil." dedirten iki insandan biridir. Ki bu insanlardan diğeri İlber Ortaylı'dır ve İhsan Oktay ile tip olarak da benzemektedirler. Sanırım bu her ikisinin de kırım kökenli olmasından ileri geliyor. Yine de gözünde canlandıramayanlar için şema ile gösterelim:


Şunu da hemen belirtmek isterim ki Uzun İhsan belki göbeğine yatılmasına izin verir ama aynı iyimserliği İlber hocam için gösteremiyorum. Böyle bir teklif karşısında beni sopayla kovalayabilir. Ayrıca fransız aksanıyla "ilbeeğğ" deyince, çok seksi bir ismi oluyor hocamın. Belirtmek istedim.

Neyse, konudan yine çok uzaklaştık. İhsan hocamla ilgili konuşacaktık:

Üzerine meteor düşse üzülmeyeceğim, bana göre overrated bir mekan olan İzmir ilinin en güzel yanı, İhsan Oktay Anar'ın orada yaşıyor olmasıdır. Gün olur da bu şehirde yaşamak cezasına çarptırılırsam, sırf karşılaşırız umudu ile Bostanlı'da ev tutarım. Ki, kendisi hocam olsun diye müspet ilimleri bırakıp felsefiyyat tahsil etmeye bile heves etmiş idim. Sonra vazgeçtim. Ama hani belki mezun olunca bir yüksek lisans düşünürüm bu konuda.

İhsan Oktay hoca, kendisine has bir tarz oluşturmuş, türk edebiyatının kilometre taşlarından sayılacak eserler yazmış bir yazar. Kitaplarını okurken, Tim Burton filmlerini izler gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Özellikle Suskunlar'ı okurken, " tim burton şu kitabın stop motion olarak bir filmini çekse ya" diye düşünmedim değil. Bence, harika ötesi bir şey olurdu ve almadık oscar bırakmazdı. Yine Anar'ın kitaplarındaki karakterler ve anlatım dili, karakterlerin kişilikleri, dine getirdiği bakış açısı, insana Hayyam rubaileri okur gibi bir tat bırakıyor. Belki hiç alakası yoktur. Ama bir Neyzen Tevfik, bir Ömer Hayyam havası yakalıyorum ben eserlerinde.

"En güzel yaz şiiri, kışın ocak başında yazılandır" demiş şimdi adını hatırlayamadığım bir şair. Bu, İstanbul'un o tarihi atmosferini, sokaklarının gizemini, evlerinin dokusunu İzmir'den nasıl bu kadar güzel bir şekilde tasvir edebildiğini açıklıyor bir anlamda. Okurken, o yıllara dönüyor, o sokakları geziyor, o yemekleri yiyor gibi oluyoruz. Üstelik, kendini alttan alta hissettiren güçlü bir mizahi yönü de var eserlerinin. Ancak Anar'ın eserlerinin en büyük eksiği, kadın karakterler yaratmamasıdır.


Suskunlar, Amat, Kitab-ül hiyel, Puslu Kıtalar Atlası... Bu kitapların hiçbirisinde derinlemesine işlenmiş bir kadın karakter yoktur. Suskunlar'da, meyhanede çıkan dansçılardan, servis yapanlara kadar hepsi erkektir. Uğruna cinayetler işlenen Neva'nın kahramanlarla tek bir diyaloğu yoktur. Annesi de, figüran kontenjanından yer bulur kendisine. Davud ile Eflatun'un annelerinden de pek bahsedilmemiştir. Evinden yurdundan dışarı adım atmayan pısırık Veysel Bey ne ara Goncagül'ü götürmüştür? Bu bile muallaktadır.

İhsan Oktay'ın tüm kitaplarında, kadınlardan bir uzak durma vardır. Esas karakterlerimiz kadınlarla sevişir, onlara aşık olur. Arka planda hep varlıklarını hissederiz. Ancak işte o kadardır. Uzun İhsan, romanlarında kadınların iç dünyalarına girmez, onları esas hikayenin içerisine davet etmez. Erkek egemen bir dünyayı anlatır ve o dünyanın kadınların gözünden nasıl göründüğü konusunda bize malümat vermez. Kadınları tasvir edişi açısından (kadınları tasvir edişi açısından dedim, kıçından anlamayın) Hüseyin Rahmi tarzı alaycı ve karikatürize bir tarzı benimsemiş gibi görünse de, onun gibi detaylı kadın tasvirlerine girmemiş, ana kahramanı olarak kadınları seçmemiştir.

Kitaplarını okurken, olayların işlenişi ve sıralanışı hakkında "böyle olmasa daha iyi olurdu." "bu kısım belki daha kısa işlenmeliydi, şurası daha çok uzatılmalıydı""bu olay, şundan önce anlatılmalıydı." diyebilirim. Belki benim bu önerilerim de, yazarın tasarımını ve vermek istediği asıl mesajı tamamen değiştirecek öneriler olabilirdi. Ancak tüm bunlar İhsan Oktay Anar'ın muhteşem bir yazar olduğu ve benim ona hayran olduğum gerçeğini değiştirmiyor.

önce eru vardı-fantastik edebiyat felsefesi 101

1 Aralık 2009 Salı

                                                     "Önce eru vardı.Tek olan"


Böyle diyor Tolkien Silmarillion'un başında. "Önce Eru vardı, tek olan, Arda'da İluvatar olarak isimlendirilen. İlk önce düşüncesinden doğurduğu Ainur'u, kutsal olanları yarattı ve onlar, hiçbir şey yaratılmadan önce onunlaydılar." Aslında fena halde "Başlangıçta söz vardı.Söz tanrı ile birlikteydi ve söz, tanrıydı." ayetini hatırlatıyor. Aslında Silmarillion'un kutsal kitaplarla tek benzerliği de bu değil. 


Fantastik kurgularda hep bir tanrı öğesi, bir yaradılış felsefesi vardır aslında. Tolkien'in kitabı incile benziyor evet, çünkü incil dünyanın yaratıcısının kitabı idi. Silmarillion ise "orta dünya"nın yaratıcısının. Tolkien bizim hayal edemediğimiz bir evreni düşünmüş, mitolojojisini, dillerini, ırklarını, tarihini oluşturmuş. Elbette ki bir kutsal kitabı olacaktı. O da Silmarillion'du.


Fantastik kurgularda, genel olarak yaradılış teorisine ve kutsal kitaplara hep göndermeler olur. Biraz dikkatli okuyucu bunu hemen çözer. Bazı göndermeler özenle yapılmıştır, bazıları ise iğreti durur. Bu, yazarın ustalığına bağlıdır bir anlamda. Yazarın bilgi birikimi, yeteneği, dünya görüşü bunu etkileyen faktörlerdendir. 


Tolkien için kutsal kitap alegorisi yapıyor diyemeyiz asla. Çünkü alegorinin her çeşidinden nefret ettiğini yüzlerce kere söylemiştir. Ama ilahiyat, felsefi akımlara yapılan göndermeler yer yer belirgin şekilde kendisini hissettirir. Fantastik edebiyatın ülkemizdeki benim için tek temsilcisi İhsan Oktay Anar'da da bu vardır ve çok bilinen bir şeydir. Ancak benim yeni farkettiğim, Silmarillion ile Suskunlar arasındaki benzerliktir. Tolkien ve Anar'ın kutsal kitaplardaki kıssalardan etkilendikleri bir gerçek. Ama Tolkien'in de Anar gibi mevlevi felsefesinden ve mevlevilikten etkilendiğini düşünüyorum. 


"Başlangıçta sükut vardı. Ve her yer karanlık idi. Ve yaradan Yegah makamında terennüm eyledi. Ve bu ışıltılı nağme ile etraf nur oldu."  


İncil, başlangıçta söz var derken Uzun İhsan başlangıcın sessiz olduğunu söylüyordu. Tolkien ise Başlangıçta Eru'nun olduğunu. Uzun İhsan Efendi ile Tolkien amcanın ortak noktası, dünyanın müzik ile oluştuğunu anlatmalarıydı. "Eru, müziğin temalarını oluşturarak onlarla (Ainur) konuştu ve onlar Eru'nun huzurunda şarkı söylediler, ve o mutlu oldu." dedi Tolkien. "Ve yaradan, yegah makamının güzel olduğunu gördü" dedi Uzun İhsan. 


Uzun İhsan belki haklı. çünkü "Her şeyi bilmek için, belki hiçbir şey bilmemek gerektiğinden, ademoğullarından bazıları bildiklerini unutmaya hayatını adadı. Çünkü onlara göre, ancak hiçbir şey bilmeyen bir masum gördüğü anda O'nu tanıyabilirdi." Ve belki de tüm insanlar, senelerdir tek bir kitabı yazmak için uğraşıyordu ve tüm bu benzerliklerin de kaynağı buydu. 







zipirinsanla fantastik edebiyat felsefesi 101

Uyku problemimin tekrar hortladığı şu günlerde, eski kitaplarımı tekrar okuyor, ingilizce e-book larını indirip ingilizcemi ilerletmeye çalışıyorum. Fantastik edebiyat içersine gizlenen felsefeyi ilk kez keşfetmedim. Ancak ilk kez bu kitapları maksat muhabbet olsun diye okumadığımı, kendimi geliştirdiğimi farkettim. 


Shawshank redemption filmini izlediniz mi bilmem. o filmi, yine bir uykusuzluk nöbetime deva olsun diye izlemiştim. Uyku problemi olan bir insan olmakla birlikte, iyi bir filmin beni melek gibi uyuttuğu gerçeğini reddetmeyeceğim. Garip bir huzur verir bana güzel filmler. Sanki tekrar babamın güvenli kucağındaymışım gibi. o gece de hastaydım, uyumam gerekiyordu ama uyuyamıyordum. Ben de msn deki arkadaşlarımdan film tavsiyesi istedim. 

Filmi daha önce izlememiştim. Adını bir yerden duyduğumu hatırlıyordum ama emin olamıyordum. Ancak filmin ortalarına doğru, ben bu hikayeyi bir yerden okumuştum dedim, bingo! stephen king amcanın hikayesiydi bu. Kitaplarla insanların inanılmaz bağları vardır. Her kitabın insana hissettirdiği şey farklıdır. ve kitapların film uyarlamaları insana her zaman zevk vermeyebilir. ve bu film, kanımca çekilmiş en başarılı kitap uyarlamasıdır.

Filmi tanımlarken hep kullanılan "azimle sıçan mermeri delermiş" kalıbı, bence filmi tanımlamaya yetmez. Filmin benim gözümün içine içine soktuğu şey, sabit duranların diğer nesnelerin içine daha çok nüfuz ettiği gerçeğidir. Nedir sabit durmak? Veya sabit şeylerin diğer nesneler üzerinde neden böyle derin bir etkisi vardır? Tam olarak dillendiremiyorum bunu. Ama bu bir gerçek. "dünyada taştan olmayan ve kimsenin senden alamayacağı şeyler vardır." ve sen ne yaparsan yap, onlar seninledir. Bunun sebebi, onların verdiği güvenlik duygusudur. Onlara duyulan sevgidir. Sabit duranlar, bazen bir şarkı olur onu içimizde taşırız. Bazen bir insan olurlar, ölseler bile bizimledirler. Bazen bir binadır, bazen bir ağaç. Ama, durağanlıkları bizi etkiler. Onları severiz, onlara saygı duyarız, hayatımız altüst olsa bile onların orada bıraktığımız gibi bizi beklediklerini biliriz. Uzun ve yorucu bir günün ardından eve dönmek istediğimiz gibi, tüm mutsuzluklarımızın ardından o sabitimize koşmak isteriz. Ve hepimizin içinde, sabitleşme/ölümsüz olma/arkamızda bir eser bırakma sevdası vardır.

andy, brook ve red her insanın ömründe bir kez karşılaşıp muhabbet etmesi gereken tipte insanlardı. ipten kazıktan kurtulmuş olabilirlerdi. hırsızlık yapmış, adam öldürmüş, dolandırıcılık yapmış olabilirlerdi. ama hayata karşı kalender bir duruşları vardı. kanadı kırık bir kargayı cebinde besleyen o yaşlı adam, belki de hayatı boyunca dürüst yaşamakla övünüp öyle ölen pek çok insandan daha merhametliydi. red, belki de suça bulaşmamış ama sokakta itlik peşinde koşan pek çok insandan daha dürüst, daha mertti. andy her türlü itliği yapıp sonra kendisine "kader kurbanı" diyenlerden daha fazla kader kurbanı idi. ve hayatlarında hapishane gibi önemli bir ortak sabit vardı. şüphesiz ki brook orda hepsinden fazla kalmış ve en çok etkilenen olmuştu. kendi içersinde daha fazla karmaşaya sahipti. hapishane onun hayatına nüfuz etmiş, hayatı olmuştu. aynı şeyi red e de yapıyordu. "umut tehlikelidir. umut bir insanı deli edebilir" dedirtecek kadar içine işlemişti. ama andy, sabit duran bir insandı. kendi içindeki karmaşasını en aza indirebilmişti. yani, ilk başta göründüğü gibi değildi. iyi bir ilk izlenim bırakmıyordu, soğuk biri gibi duruyordu, fazla konuşmuyordu. aşırı soğukkanlılığı onu duygusuz biri gibi gösteriyordu. ne yaptığını bilen, o kendinden emin tavrı hiç bir zaman bozulmuyordu. hayatlarına biraz olsun neşe katabilmek için kendisini tehlikeye atmaktan çekinmiyordu. belki kimse onu ilk gördüğü anda sevmezdi. ama yokluğu özlenirdi.

andy, su gibiydi. saftı, ancak bir şekilde yolunu buluyordu. koşullar onu sertleştirse de, içinde pislik tutmuyordu. pisliğin içinde emeklemesi gerekse de. ve umut etmeyi bırakmıyordu. çünkü "umut iyi bir şeydir. ve iyi şeyler asla ölmez."



Bu gece, şarabın da etkisiyle iyice efkarlanmışken, lord of the rings, the two tower'ı yeniden okuyayım dedim. İşte beynimdeki şimşekler o anda çaktı. 


Ağaçsakal'ın hobbitleri bulduğunda "lisanımız çok latif bir lisandır ama bu lisanda herhangi bir şey söylemek çok uzun vakit alır. Çünkü o kadar uzun vakitte söylemeye ve dinlemeye değmezse biz hiçbir şey söylemeyiz" demişti. Bu cümle beni çocukluğumdan beri etkilemiştir. Ve bu kez, Ağaçsakal'ın hakikaten çok bilge olduğunu ve fantastik edebiyatçıların sabit nesnelerin diğerlerine daha çok nüfuz ettiği gerçeğini seneler önce keşfedip gözümüze gözümüze soktuğunu anladım. 


Ağaçsakal'ın her bir sözü, beni aylar önce, shawshank redemption'ı izlerkenki ruh halime döndürüyordu:"Bizler ağaç çobanlarıyız, biz ihtiyar entler. Artık çok azımız kaldık. Zamanla koyunların çobana, çobanın da koyunlara benzediği söylenir; lakin bu yavaş yavaş olur ve ne biri ne diğeri dünyada fazla dayanmaz." "Entler elflere daha çok benzer. Kendi kendileriyle, insanlara nazaran daha az alakalıdırlar ve diğer şeylerin içine nüfuz etmede daha başarılıdırlar. Yine de entler insanlara benzer, elflere nazaran daha kolay değişebilirler, haricin rengine uymakta daha hızlıdırlar da diyebiliriz. Ya da en iyisi şöyle demeli: Daha sabit olduklarından, zihinlerini bir şey üzerinde daha uzun süre teksif edebilirler."


Daha sabit olduklarından... Cümleler, beynime beynime vurdu. Evet, entropisini en aza indiren, kendi içersindeki karmaşayı çözmüş insanlar daha bilge oluyorlardı, sabit olmak istenen bir şeydi. Kendi içinde güçlü olan, zamandan ve dış etkilerden daha az etkilenip kendisini buna uyarlıyordu. Üstelik, bunu yaparken etrafını değiştirme gücünü de elde ediyordu. 


Bu düşünce ise, hemen beynimin tozlu raflarından, Italo Calvino'nun sözlerini buldu getirdi: "Simyacı, maddede değişimler elde edebilmek için kendi ruhunu değişmez ve altın gibi saf kılmaya çalışan kişidir; ama bir de doktor Faust örneği var, o simyacılık kuralını altüst eder. Ruhu değiş-tokuş edilebilecek bir nesneye dönüştürür ve böylece doğanın bozulmadan kalacağını, artık altın aramaya gerek kalmayacağını çünkü bütün elementlerin aynı derecede değerli, dünyanın altın, altının ise dünya olacağını umar." Bunu hatırlamamla birlikte, zihinsel bir orgazm yaşadıktan sonra, okuyup da pek beğenmediğim Kesişen Yazgılar Şatosu isimli öykü benim için bir başucu kitabına evrildi. 


Sonra, sabitlerin insan hayatına etkilerinin işlendiği başka eserler geldi aklıma. Scarlett o'hara için Tara vardı, Kender tass için kendermoore. Ev'di oralar, sabitti. Dönünce hep aynı bulacağın, ne kadar değişirse değişsin havası hep aynı olandı. Hayatları değiştirme gücü olan mekanlardı. Kendi evim geldi aklıma, kitaplarım geldi. Her okuyuşumda başka bir yönlerini keşfetsem de, hep aynı zevki alırdım. Garip bir hoşnutluktu bu. Eski dostlarla görüşmenin neden bu kadar keyif verdiğini şimdi daha iyi anladım. Hayatımda bir şeyleri değiştirmem için ne yapmam gerektiğini farkettim. 


Fantastik edebiyat için "Edebiyat değil o yeaa, paçavra bunnar" diyen birini görürsem ağzına terlikle vurcam. 




babamın radyosu