ne güzel ablamızsın sen müzeyyen apla

17 Nisan 2010 Cumartesi

Ulema, cühela ve ehli dubara, ehli namus, ehli işret ve erbab-ı livata rivayet ve ilan, hikâyat ve beyan etmişlerdir ki hicretten 1338, isa mesih'ten 1919 yıl sonra, Bursa namıyla bilinen şehirde daha sonra Müzeyyen Senar namıyla bilinecek bir bebek dünyaya geldi.

Bu kız çocuğunun, hayranlık uyandıracak kadar güzel bir sesi vardı. Dolayısıyla Anadolu Musiki Cemiyeti'nde müzik eğitimine başladıktan bir süre sonra, namını duyan devrin önemli üstadları gelerek ona dersler verdiler. Buradaki hocalarının da yardımıyla İstanbul Radyosu'nda program yapmaya başladı. Her perşembe, radyodan devrin sevilen şarkılarını okuyor, halkı kendisine hayran bırakıyordu.

Müzeyyen Senar'ı kim sevmez ki? Bugün türk sanat musikisinden zerre hazzetmeyenler de, bu türe gönül verenler de sever onu. Efelenmenin, rakı bardağının yakıştığı, öyle hükümet gibi bi kadındır müzeyyen abla. Hakikaten abladır ama. Kaç yaşında olursa olsun, ister 7 ister 77, abladır o. Derdimizi döktüğümüzdür.

Bana sorsalar ki bir gün "zıpır senin en gizli sırlarını kim bilir" diye, Müzeyyen Senar derim. Rakı sofrasında demlenirken benim tüm derdimi tasamı çeken odur. Ağlarken "ağlama sevdam" diye beni teselli eden bir o vardır bir de Zeki Müren. Rakıma meze, derdime ortak olandır o. Neşeme neşe katandır. Kendimi değersiz, çirkin ve kötü hissettiğimde omzuma elini kor "benzemez kimse sana" der bana. Of be müzeyyen abla, asıl sana kimse benzeyemez. Bazen, çok sevip de söyleyemediğimde, aşkımı benim yerime itiraf eder sevdiceğime. Bazen de aşk acıma merhem olmaya çalışır. Bazen daha çok kanatır onu. Ama bilirim ki o hep beni sever. Benimledir. Taş plaktan dönen cızırtı, radyodan gelen parazit, bozulmuş cd'deki cayırtı... hiçbir şey onun sesinin berraklığını, içtenliğini bana ulaştırmada engel değil. hiçbir şey mani olamaz işte onunla olan aşkımıza...

bir yaz gecesi rüyası

Tüm çocukluğum Galadriel'e özenerek geçti. O yaşayan tüm canlıların en zariflerinden biriydi, her görenin aşık olduğu... Üstelik, çok kudretli bir kadındı. Uğruna silmariller yapıldı, ali yüzükler dövüldü. Üçler'in en zarifini o koruyordu. Ama tüm bunların dışında, ona hayran olmamın sebebi, Sam'in Faramir'e yaptığı Galadriel tarifi idi.

"Öyle güzel ki beyim, latif! Bazen, çiçek açmış ulu bir ağaç gibi. Bazen, kır bir fulyacık gibi minik ve narin sanki. Elmas kadar sert, mehtap kadar yumuşak. Güneşin ışıkları kadar sıcak, yıldızlardaki buz kadar soğuk. Karlı bir dağ kadar mağrur ve ırak... Baharda saçlarında papatyalarla gördüğüm genç kızlar kadar neşeli. Ama tüm bunların hiç anlamı yok ve demek istediğimi hiç anlatamıyor."

Ben de böyle tarif edilmek istemiştim. Biri beni öyle anlatsın, öyle hayran olsun, öyle sevsin istemiştim... Pek tabii ki ne öyle güzelim, ne öyle zarif...

Bugün otobüsle eve dönerken, bahar ağaçlarının altından geçtim. Öyle güzeldi ki... Sanki, bahar günlerinde rivendell'da yürüyordum. Rüzgar yüzüme çarpıyordu. Yaşamı damarlarımda hissediyordum, gerçekten mutluydum. Belki bir Galadriel olamazdım ama, Elrond olup kendi rivendell'ımı inşa edebilirdim. Kendi cennetimi yaratabilirdim orta dünyanın dışında da.

Aslında herkes Lorien'in altın ormanının orta dünyanın en güzel en zarif yeri olduğunu düşünse de, benim de Galadriel'e olan sevgim tüm diğer elflerden farklı da olsa, ev dediğimiz şey rivendell'dır, Elrond'un evidir. Çünkü, orası deniz'in doğusundaki son sıcak yuva idi. Herkes, kendi evinden bir parça bulabiliyordu. Irmakları, ormanları, bahçeleri, kütüphaneleri... Hikayeler anlatan, şarkılar söyleyen, şiirler okuyan elfleri ile bir insanın yaşamaktan zevk alacağı, huzur bulacağı bir yerdi. Benim neden öyle bir evim olmasın ki?

Tamam, şarkı söyleyen elfleri evime getiremeyebilirim. Ama evimi o huzur ortamına çevirebilirim diye düşündüm. Hayaller kurdum. Banu, Ahmet falan bana gelmişler, bir yaz gecesi verandada oturmuş çekirdek çitleyip kola içiyoruz. Ne bileyim, belki bilgisayardan bir diziye bir filme bakıyoruz... Hava boğucu değil, hafif bir rüzgar saçlarımızı dalgalandırıyor, ancak kesinlikle üşütmüyor...

Veya belki de, buz gibi biralarımızı almışız öğlen vakti... Birlikte takılıyoruz, fonda my immortal çalar, Banuyla ben ağlaşırız. Banu için bitter, benim için de beyaz çikolata olur, belki de biraz tuzlu fıstık... Sonrasında canımız isterse çıkar dolaşırız, belki sahile ineriz... Sarhoşluk ikindi güneşi ile birlikte başımıza vurur, taksiye zor atarız kendimizi eve dönebilmek için... Alışveriş yapar, bir sürü abur cubur alır eve gelir hepsini yeriz.




İnsanın kendi rivendell'ını oluşturması, kendi cennetini yaratıp orada mutlu mesut yaşaması ne kadar zor... Bazen ne bileyim, sanki ruh emiciler gelmiş de içimdeki tüm mutluluğu almışlar gibi hissediyorum. Sanki bir daha hiç mutlu olamayacakmışım gibi... Oysa bazen de, bugün olduğu gibi çok mutlu oluyorum, eski mutlu günleri düşünüyorum, gelecek mutlu günlerin hayalini kuruyorum, planlar yapıyorum, sanki hiçbir şey beni mutsuz edemezmiş gibi...

Bahçesinde, bahar geldi mi bembeyaz çiçekler açan ağaçların olduğu, içindeki toplu iğneye kadar her şeyini kendi zevkime göre seçebileceğim kendi rivendell'ıma bir an önce kavuşmak istiyorum ben artık. Galadriel olmak önemli değil artık. Zarif ve güzel olmak, herkesi kendime hayran bırakmak önemli değil. Önemli olan huzuru bulabilmek.

Belki de asla bahçeli bir evim olamayacak. Belki asla verandası olan bir evim de olamayacak. Ama ben bir yaz gecesi balkonda çekirdeğim ve kolamla arkadaşlarımla oturacağım daha önce de oturduğum gibi. Bir öğle vakti buz gibi biralarımızı açıp maç izleyeceğim sevdiklerimle. Belki toplu iğnesine kadar severek seçemeyeceğim eşyalarımı. Ama toplu iğnesine kadar seveceğim. Bir pazar sabahı erkenden uyanıp piyano çalabileceğim, krep yaparken şarkılar söyleyebileceğim ve kimsenin bana "kes sesini" diye bağırmayacağı o mutlu günler gelecek...

love me tender in portofino

14 Nisan 2010 Çarşamba

müzik zevkim kadar değişken bir özelliğim daha yok sanırsam. bu nedenle asla “x mi, hayatta dinlemem” diye karizma yapamadım. bir gün jazz dinliyorum bir gün arabesk. ama bu gece başka yaa, bu gece başka…

her şey, louis armstrong’un suçu. bir insan boğazına balgam takılmış gibi bir sesle “what a wonderful world” gibi bir şarkı söyleyip nasıl dinleyenleri kendinden geçirebilir? bilemiyorum. yapabilmek için, anlayabilmek için louis armstrong olmak lazım sanırım. sonra frank abi başladı my way diyerek. ardından nat king cole girl from ipanema dedi ki hemen ardından edith piaf başladı. benim de aklım başımdan gitti zaten artık. oluruna bıraktım öylece kalakaldım.

en son, elvis abi love me tender dedikten sonra, alemlerin az bilinen çocuğu vittorio “portofino”yu patlattı. ben yine hüzünlendim.
portofino, babamın şarkısıdır, 60lı 70li yıllarda genç olan herkes gibi. bilmezdim ki şarkıların bu kadar güzel, kelimelerin kifayetsiz olduğunu beş altı yaşlarındayken. portofino, benim için ağızla taklit edilen dalga sesleri ve hoş bir ıslıktan ibaretti. büyüyüp aşk acısı çekince bildik kıymetini. ben gerçekten ümitsiz bir durumdayken keşfettim şarkıyı. ve o günden sonra en büyük emelim portofino’ya gitmek oldu. çünkü belki de ben de aradığım aşkı portofino’da bulurdum. çünkü ben de hala hayallere inanıyorum. bir gün deniz bana da sevdiğimi getirsin, gökyüzünde onun yüzünü göreyim.

şarkılardaki gibi bir aşk yaşamak neden mümkün olmaz? portofino sahilinde “love me tender, love me sweet” diyemez miyim sevdiğimin kulağına? “i love you and i always will” diyecek mi biri bana? düğünümüzde “unbelievable” eşliğinde dans edebilecek miyiz? yıllar sonra karşılıklı otururken “bir bahar akşamı rastladım size, sevinçli bir telaş içindeydiniz” diye eskiyi yad edebilecek miyiz? o yokken kendimi yarım hissedeceğim biri olacak mı? ben yokken o da kendisini yarım hissedecek mi?

aslında ne kadar açız sevgiye. saf sevgiye ama, tutkuyla karışmadan. tutku güzel, ama geçici o tutku. tutkuyla değil, sevgiyle sevişmek istiyorum ben bir kere olsun ömrümde. hani o dokunmaya kıyamadan, acıtmaya çekinerek… tüm kalbinle isteyerek, kendinden kıskanarak… aynı şekilde, biri benim için gerçekten hissetsin istiyorum bunu. tutkuyla değil, sevgiyle sevişsin istiyorum.

böyle bir erkek var mı acaba? dünyanın herhangi bir yerinde, benimle portofino’ya gidip kulağıma love me tender’ı söylemek isteyecek bir insan var mıdır? büyükada’da tepeye çıkıp island blues eşliğinde dans etmek isteyecek yahut? heybeli’ye gidip gece sandal kiralayarak “biz heybelide her gece mehtaba çıkardık” diye şarkı söyleyecek, orhan veli’nin dedikodulu şiirini okuyacak, bana “ruhumda hicranın”ı söyletmeye çalışacak biri var mıdır? doğum günümde “bir bahar günü doğdun sen” diye şiir okuyacak ya da?

her sabah “günaydınım nar çiçeğim sevgilim” diye şarkı söyleyerek uyandırmak isteyebileceğim biri olabilir mi? yüzünü görmekten sıkılmayacağım? her halini beğeneceğim? bana aptal gelmeyecek, beni aptal bulmayacak biri olabilir mi? evi japon keranesi gibi döşememe ses çıkarmayacak biri yahut da… bu bile ne kadar zor bulunan bir erdem tahmin edemezsiniz…

istekler bu kadar çokken, bunca şey hayal edilirken, reelde bunların karşılığının olmaması kadar koyan bir şey olamaz. asla portofino’ya gidemeyecek, asla birinin kulağıma “love me tender”ı söylediğini duyamayacağım. beni öyle sevecek, öyle değer verecek kimse olmayacak. ben hayal kurmaya devam edeceğim. büyük ihtimalle de yalnız öleceğim, yanımda hayallerimden başka bir şey olmadan. çünkü şarkılar insanı beklentilere sokmaktan ve üzmekten başka bir şeye yaramıyor. 

babamın radyosu