Efenim, uzun süredir ara verdiğim türk musikisi makamlarını tanıtma işine kaldığım yerden devam ediyorum. Fark ettiğiniz üzere bu işte bir sıra takip etmiyorum.
nihayet nihavend
24 Aralık 2009 Perşembe
Gönderen zipirinsan zaman: 12/24/2009 08:52:00 ÖÖ 3 yorum
Etiketler: müzik
ihsan oktay anar üzerine
4 Aralık 2009 Cuma
Ulema, cühela ve ehli dubara, ehli namus, ehli işret ve erbab-ı livata rivayet ve ilan, hikâyat ve beyan etmişlerdir ki hicretten 1379, isa mesih'ten 1960 yıl sonra, izmir namıyla bilinen şehirde, daha sonra Uzun İhsan namıyla bilinecek bir zât dünyaya geldi. Bu olay, daha sonra cereyan edecek pek çok güzelliğin başlangıcıydı.
Bu dünya üzerinde, maddesel olmayan ve kimsenin bizden alamayacağı şeyler vardır. Kim ne yaparsa yapsın, bizimledirler. İçimizdeki müzik ve düşlerimizdir bunlar. Umudumuz, düşüncelerimiz, sevgimizdir. Nasıl bir bütün, parçalarının toplamından daha büyük bir şey ise, futbol nasıl sadece futbol değilse; Puslu Kıtalar Atlası, Suskunlar, Kitab-ül Hiyel de birer kitap olmanın ötesindedirler benim için. Elbetteki bu kitapların yazarının da gözümde çok başka bir yeri var.
Yayınlanışının üzerinden on sene geçtikten sonra haberim oldu dünya üzerinde Puslu Kıtalar Atlası diye bir kitabın yazılmış olduğundan. Nasıl ki orta dünya benim ara sıra sığındığım, rivendell'da bir kahve içip döndüğüm bir yer idiyse, Uzun İhsan Efendi'nin evi de öyle bir sığınak oldu bana. Uzun İhsan'la hem hiyel, hem hayal ehli olmanın hayalini kurdum. Hayran oldum ona. Ben de yazacaksam, böyle yazmalıyım dedim.
İhsan Oktay, benim için hiç sahip olmadığım bir masalcı amca, bir baba gibidir bir anlamda. Sıkıldığımda, korktuğumda, üzüldüğümde sığınabileceğim bir kucaktır. Belki kendisiyle yüz yüze karşılaşsam, oturup muhabbet etsem, o izlenimi sonsuza dek kaybedebilirim. Genelde, hayran olduklarımızla karşılaştığımızda hep hayal kırıklıklarıyla karşılaşmaz mıyız zaten? Ancak "göbeğine yatayım, bana saatlerce bir şeyler anlatsın, ne anlattığı hiç önemli değil." dedirten iki insandan biridir. Ki bu insanlardan diğeri İlber Ortaylı'dır ve İhsan Oktay ile tip olarak da benzemektedirler. Sanırım bu her ikisinin de kırım kökenli olmasından ileri geliyor. Yine de gözünde canlandıramayanlar için şema ile gösterelim:
Şunu da hemen belirtmek isterim ki Uzun İhsan belki göbeğine yatılmasına izin verir ama aynı iyimserliği İlber hocam için gösteremiyorum. Böyle bir teklif karşısında beni sopayla kovalayabilir. Ayrıca fransız aksanıyla "ilbeeğğ" deyince, çok seksi bir ismi oluyor hocamın. Belirtmek istedim.
Neyse, konudan yine çok uzaklaştık. İhsan hocamla ilgili konuşacaktık:
Üzerine meteor düşse üzülmeyeceğim, bana göre overrated bir mekan olan İzmir ilinin en güzel yanı, İhsan Oktay Anar'ın orada yaşıyor olmasıdır. Gün olur da bu şehirde yaşamak cezasına çarptırılırsam, sırf karşılaşırız umudu ile Bostanlı'da ev tutarım. Ki, kendisi hocam olsun diye müspet ilimleri bırakıp felsefiyyat tahsil etmeye bile heves etmiş idim. Sonra vazgeçtim. Ama hani belki mezun olunca bir yüksek lisans düşünürüm bu konuda.
İhsan Oktay hoca, kendisine has bir tarz oluşturmuş, türk edebiyatının kilometre taşlarından sayılacak eserler yazmış bir yazar. Kitaplarını okurken, Tim Burton filmlerini izler gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Özellikle Suskunlar'ı okurken, " tim burton şu kitabın stop motion olarak bir filmini çekse ya" diye düşünmedim değil. Bence, harika ötesi bir şey olurdu ve almadık oscar bırakmazdı. Yine Anar'ın kitaplarındaki karakterler ve anlatım dili, karakterlerin kişilikleri, dine getirdiği bakış açısı, insana Hayyam rubaileri okur gibi bir tat bırakıyor. Belki hiç alakası yoktur. Ama bir Neyzen Tevfik, bir Ömer Hayyam havası yakalıyorum ben eserlerinde.
"En güzel yaz şiiri, kışın ocak başında yazılandır" demiş şimdi adını hatırlayamadığım bir şair. Bu, İstanbul'un o tarihi atmosferini, sokaklarının gizemini, evlerinin dokusunu İzmir'den nasıl bu kadar güzel bir şekilde tasvir edebildiğini açıklıyor bir anlamda. Okurken, o yıllara dönüyor, o sokakları geziyor, o yemekleri yiyor gibi oluyoruz. Üstelik, kendini alttan alta hissettiren güçlü bir mizahi yönü de var eserlerinin. Ancak Anar'ın eserlerinin en büyük eksiği, kadın karakterler yaratmamasıdır.
Suskunlar, Amat, Kitab-ül hiyel, Puslu Kıtalar Atlası... Bu kitapların hiçbirisinde derinlemesine işlenmiş bir kadın karakter yoktur. Suskunlar'da, meyhanede çıkan dansçılardan, servis yapanlara kadar hepsi erkektir. Uğruna cinayetler işlenen Neva'nın kahramanlarla tek bir diyaloğu yoktur. Annesi de, figüran kontenjanından yer bulur kendisine. Davud ile Eflatun'un annelerinden de pek bahsedilmemiştir. Evinden yurdundan dışarı adım atmayan pısırık Veysel Bey ne ara Goncagül'ü götürmüştür? Bu bile muallaktadır.
İhsan Oktay'ın tüm kitaplarında, kadınlardan bir uzak durma vardır. Esas karakterlerimiz kadınlarla sevişir, onlara aşık olur. Arka planda hep varlıklarını hissederiz. Ancak işte o kadardır. Uzun İhsan, romanlarında kadınların iç dünyalarına girmez, onları esas hikayenin içerisine davet etmez. Erkek egemen bir dünyayı anlatır ve o dünyanın kadınların gözünden nasıl göründüğü konusunda bize malümat vermez. Kadınları tasvir edişi açısından (kadınları tasvir edişi açısından dedim, kıçından anlamayın) Hüseyin Rahmi tarzı alaycı ve karikatürize bir tarzı benimsemiş gibi görünse de, onun gibi detaylı kadın tasvirlerine girmemiş, ana kahramanı olarak kadınları seçmemiştir.
Kitaplarını okurken, olayların işlenişi ve sıralanışı hakkında "böyle olmasa daha iyi olurdu." "bu kısım belki daha kısa işlenmeliydi, şurası daha çok uzatılmalıydı""bu olay, şundan önce anlatılmalıydı." diyebilirim. Belki benim bu önerilerim de, yazarın tasarımını ve vermek istediği asıl mesajı tamamen değiştirecek öneriler olabilirdi. Ancak tüm bunlar İhsan Oktay Anar'ın muhteşem bir yazar olduğu ve benim ona hayran olduğum gerçeğini değiştirmiyor.
Gönderen zipirinsan zaman: 12/04/2009 03:51:00 ÖÖ 0 yorum
Etiketler: edebiyat
önce eru vardı-fantastik edebiyat felsefesi 101
1 Aralık 2009 Salı
"Önce eru vardı.Tek olan"
Böyle diyor Tolkien Silmarillion'un başında. "Önce Eru vardı, tek olan, Arda'da İluvatar olarak isimlendirilen. İlk önce düşüncesinden doğurduğu Ainur'u, kutsal olanları yarattı ve onlar, hiçbir şey yaratılmadan önce onunlaydılar." Aslında fena halde "Başlangıçta söz vardı.Söz tanrı ile birlikteydi ve söz, tanrıydı." ayetini hatırlatıyor. Aslında Silmarillion'un kutsal kitaplarla tek benzerliği de bu değil.
Fantastik kurgularda hep bir tanrı öğesi, bir yaradılış felsefesi vardır aslında. Tolkien'in kitabı incile benziyor evet, çünkü incil dünyanın yaratıcısının kitabı idi. Silmarillion ise "orta dünya"nın yaratıcısının. Tolkien bizim hayal edemediğimiz bir evreni düşünmüş, mitolojojisini, dillerini, ırklarını, tarihini oluşturmuş. Elbette ki bir kutsal kitabı olacaktı. O da Silmarillion'du.
Fantastik kurgularda, genel olarak yaradılış teorisine ve kutsal kitaplara hep göndermeler olur. Biraz dikkatli okuyucu bunu hemen çözer. Bazı göndermeler özenle yapılmıştır, bazıları ise iğreti durur. Bu, yazarın ustalığına bağlıdır bir anlamda. Yazarın bilgi birikimi, yeteneği, dünya görüşü bunu etkileyen faktörlerdendir.
Tolkien için kutsal kitap alegorisi yapıyor diyemeyiz asla. Çünkü alegorinin her çeşidinden nefret ettiğini yüzlerce kere söylemiştir. Ama ilahiyat, felsefi akımlara yapılan göndermeler yer yer belirgin şekilde kendisini hissettirir. Fantastik edebiyatın ülkemizdeki benim için tek temsilcisi İhsan Oktay Anar'da da bu vardır ve çok bilinen bir şeydir. Ancak benim yeni farkettiğim, Silmarillion ile Suskunlar arasındaki benzerliktir. Tolkien ve Anar'ın kutsal kitaplardaki kıssalardan etkilendikleri bir gerçek. Ama Tolkien'in de Anar gibi mevlevi felsefesinden ve mevlevilikten etkilendiğini düşünüyorum.
"Başlangıçta sükut vardı. Ve her yer karanlık idi. Ve yaradan Yegah makamında terennüm eyledi. Ve bu ışıltılı nağme ile etraf nur oldu."
İncil, başlangıçta söz var derken Uzun İhsan başlangıcın sessiz olduğunu söylüyordu. Tolkien ise Başlangıçta Eru'nun olduğunu. Uzun İhsan Efendi ile Tolkien amcanın ortak noktası, dünyanın müzik ile oluştuğunu anlatmalarıydı. "Eru, müziğin temalarını oluşturarak onlarla (Ainur) konuştu ve onlar Eru'nun huzurunda şarkı söylediler, ve o mutlu oldu." dedi Tolkien. "Ve yaradan, yegah makamının güzel olduğunu gördü" dedi Uzun İhsan.
Uzun İhsan belki haklı. çünkü "Her şeyi bilmek için, belki hiçbir şey bilmemek gerektiğinden, ademoğullarından bazıları bildiklerini unutmaya hayatını adadı. Çünkü onlara göre, ancak hiçbir şey bilmeyen bir masum gördüğü anda O'nu tanıyabilirdi." Ve belki de tüm insanlar, senelerdir tek bir kitabı yazmak için uğraşıyordu ve tüm bu benzerliklerin de kaynağı buydu.
Gönderen zipirinsan zaman: 12/01/2009 07:06:00 ÖÖ 0 yorum
Etiketler: edebiyat
zipirinsanla fantastik edebiyat felsefesi 101
Uyku problemimin tekrar hortladığı şu günlerde, eski kitaplarımı tekrar okuyor, ingilizce e-book larını indirip ingilizcemi ilerletmeye çalışıyorum. Fantastik edebiyat içersine gizlenen felsefeyi ilk kez keşfetmedim. Ancak ilk kez bu kitapları maksat muhabbet olsun diye okumadığımı, kendimi geliştirdiğimi farkettim.
Shawshank redemption filmini izlediniz mi bilmem. o filmi, yine bir uykusuzluk nöbetime deva olsun diye izlemiştim. Uyku problemi olan bir insan olmakla birlikte, iyi bir filmin beni melek gibi uyuttuğu gerçeğini reddetmeyeceğim. Garip bir huzur verir bana güzel filmler. Sanki tekrar babamın güvenli kucağındaymışım gibi. o gece de hastaydım, uyumam gerekiyordu ama uyuyamıyordum. Ben de msn deki arkadaşlarımdan film tavsiyesi istedim.
Filmi daha önce izlememiştim. Adını bir yerden duyduğumu hatırlıyordum ama emin olamıyordum. Ancak filmin ortalarına doğru, ben bu hikayeyi bir yerden okumuştum dedim, bingo! stephen king amcanın hikayesiydi bu. Kitaplarla insanların inanılmaz bağları vardır. Her kitabın insana hissettirdiği şey farklıdır. ve kitapların film uyarlamaları insana her zaman zevk vermeyebilir. ve bu film, kanımca çekilmiş en başarılı kitap uyarlamasıdır.
Filmi tanımlarken hep kullanılan "azimle sıçan mermeri delermiş" kalıbı, bence filmi tanımlamaya yetmez. Filmin benim gözümün içine içine soktuğu şey, sabit duranların diğer nesnelerin içine daha çok nüfuz ettiği gerçeğidir. Nedir sabit durmak? Veya sabit şeylerin diğer nesneler üzerinde neden böyle derin bir etkisi vardır? Tam olarak dillendiremiyorum bunu. Ama bu bir gerçek. "dünyada taştan olmayan ve kimsenin senden alamayacağı şeyler vardır." ve sen ne yaparsan yap, onlar seninledir. Bunun sebebi, onların verdiği güvenlik duygusudur. Onlara duyulan sevgidir. Sabit duranlar, bazen bir şarkı olur onu içimizde taşırız. Bazen bir insan olurlar, ölseler bile bizimledirler. Bazen bir binadır, bazen bir ağaç. Ama, durağanlıkları bizi etkiler. Onları severiz, onlara saygı duyarız, hayatımız altüst olsa bile onların orada bıraktığımız gibi bizi beklediklerini biliriz. Uzun ve yorucu bir günün ardından eve dönmek istediğimiz gibi, tüm mutsuzluklarımızın ardından o sabitimize koşmak isteriz. Ve hepimizin içinde, sabitleşme/ölümsüz olma/arkamızda bir eser bırakma sevdası vardır.
andy, brook ve red her insanın ömründe bir kez karşılaşıp muhabbet etmesi gereken tipte insanlardı. ipten kazıktan kurtulmuş olabilirlerdi. hırsızlık yapmış, adam öldürmüş, dolandırıcılık yapmış olabilirlerdi. ama hayata karşı kalender bir duruşları vardı. kanadı kırık bir kargayı cebinde besleyen o yaşlı adam, belki de hayatı boyunca dürüst yaşamakla övünüp öyle ölen pek çok insandan daha merhametliydi. red, belki de suça bulaşmamış ama sokakta itlik peşinde koşan pek çok insandan daha dürüst, daha mertti. andy her türlü itliği yapıp sonra kendisine "kader kurbanı" diyenlerden daha fazla kader kurbanı idi. ve hayatlarında hapishane gibi önemli bir ortak sabit vardı. şüphesiz ki brook orda hepsinden fazla kalmış ve en çok etkilenen olmuştu. kendi içersinde daha fazla karmaşaya sahipti. hapishane onun hayatına nüfuz etmiş, hayatı olmuştu. aynı şeyi red e de yapıyordu. "umut tehlikelidir. umut bir insanı deli edebilir" dedirtecek kadar içine işlemişti. ama andy, sabit duran bir insandı. kendi içindeki karmaşasını en aza indirebilmişti. yani, ilk başta göründüğü gibi değildi. iyi bir ilk izlenim bırakmıyordu, soğuk biri gibi duruyordu, fazla konuşmuyordu. aşırı soğukkanlılığı onu duygusuz biri gibi gösteriyordu. ne yaptığını bilen, o kendinden emin tavrı hiç bir zaman bozulmuyordu. hayatlarına biraz olsun neşe katabilmek için kendisini tehlikeye atmaktan çekinmiyordu. belki kimse onu ilk gördüğü anda sevmezdi. ama yokluğu özlenirdi.
andy, su gibiydi. saftı, ancak bir şekilde yolunu buluyordu. koşullar onu sertleştirse de, içinde pislik tutmuyordu. pisliğin içinde emeklemesi gerekse de. ve umut etmeyi bırakmıyordu. çünkü "umut iyi bir şeydir. ve iyi şeyler asla ölmez."
Gönderen zipirinsan zaman: 12/01/2009 04:51:00 ÖÖ 0 yorum
Etiketler: edebiyat
eylül
26 Kasım 2009 Perşembe
"Her güzel şey kalbimde bir yara açarak gider."
Böyle demiş Mehmet Rauf, Eylül isimli romanında. Romandan aklımda kalan en önemli cümle de budur bir bakıma. Herkes Halid Ziya'nın Aşk-ı Memnu'sunu konuşurken, aklıma yasak aşkı irdeleyen bu kitap geldi.
Efenim, Eylül türk edebiyatındaki ilk psikolojik romandır. İlk olmasının handikapları dışında oldukça güzeldir, döneminin özelliklerini yansıtır. Peki neymiş bu dönem? Servet-i fünun. Pek tabii ki üslup olarak şu anda okuyan bizlere oldukça sıkıcı gelecektir. Bazen öyle cümleler kurulmuş ki anlamak mümkün değil. Ancak döneminde epey ses getirmiş, hatta bazı edebiyatçılar, adı lazım değil baş harfi Halid Ziya, bu eser için "yayınlanmadan önce tevfik fikret tarafından düzeltildi." falan diye dedikodular çıkarmıştır. Böyle bir şey var mı bilmiyorum ama, kitabın üslubunu tevfik fikret'inkine pek benzetemediğimi de söylemeliyim. Belki de Halid Ziya sinirinden böyle bir şey demiştir. Çünkü Mehmet Rauf ile pek bir kanki imişler zamanında. Bir gün birlikte otururlarken Halid Ziya'nın bi arkadaşı gelmiş, balayına gidecekmiş evini nasıl döşediğini filan anlatmış. Mehmet Rauf da kankisinin yüzünde bir hüzün ve kıskançlık görmüş. Gençliğinin gittiğini, artık böyle bir mutluluğu yakalayamayacağını düşündüğünü anlamış. Bu düşünce de Eylül'e ilham vermiş. Yani benim kankim de böyle bir olaydan yola çıkıp güzel bi eser yazsa sonra da hikayeyi uluorta anlatsa ben de sinirlenirdim.
Neyse, dedikodu faslını geçelim efenim. Kitaba dönelim.
Oldukça simgesel bir dil kullanılmış pek tabii ki. Yani kahramanların adlarında bile bunu görüyoruz. Genellikle bir kadın ismi olarak kullanılan "süreyya" bu eserdeki erkek baş kahramanımızın ismi. Yine genelde bir erkek ismi olarak kullanılan "suat" ise esas kadınımızın adı. Yazar neden böyle bir şey yapmış? Bilemiyorum aslında, yani bir sebebi varmış ama şimdi hatırlamıyorum. Edebiyat okuyan bir arkadaşım var benim Caner diye, ona sordum o da bilmiyormuş. Hatta şaşırdı neden buna takıldın diye. Takılırım arkadaş, önemliydi bu benim için!
Şahsi kanaatime göre, Suat hanım kocasına göre daha baskın bir karakter olduğu için bir erkek ismi almıştır. Çünkü her ne kadar duygularına yön veremese de, bocalasa da, depresif ruh hallerinden kurtulamasa da, hayatla ve kendisiyle çok daha fazla ilgilidir kocasına nazaran. Süreyya desen snob herifin teki. Adamı bırak bütün gün tekneyle gezsin! Azcık karınla ilgilen lan! Gözünün önünde en yakın arkadaşınla işi pişiriyo senin ruhun duymuyo!
Bir sözüm de Necip için. Evladım anan baban yok mu senin? Hastalanıyorsun, bu insancıklar bakıyor sana. Evlerinden dışarı çıkmıyosun, hep bunlardasın. Evli bu insanlar yahu, ayıp denen bişi öğretmediler mi sana? Ayrıca bu Necip de tam bir mirasyedidir haa, nerde akşam orda sabah gezip duran bir tip. Bir gün olsun çalıştığını, ne bileyim bir işle ilgilendiğini görmedim. Ama yeni çıkan ne varsa alır, pahalı yerlerde yer içer gezer. Arkadaş nerden geliyor bu değirmenin suyu diye sorarlar adama!
Aslına bakılacak olursa, on gönlüm olsa birini bu sarsak Necip'e vermem. Ama işte kadınlardaki arıza tiplere aşık olma eğilimi burada kendisini gösteriyor. Necip içten içe tutkundur zaten Suat'a. Bana göre aslında ona da değil, arkadaşının evliliğine tutkundur. Bir çeşit imrenme bu aslında. Mutluluğu bulmuş bir çifti görüp hayranlık duymak gibi. Ama Necip, Behlül gibi kaypak ve şerefsiz bir insan olmadığından duygularını kendi içinde yaşar. Suat'ın bir eldivenini çalıp saklar ki klasik aşk romanlarının en önemli metaforlarından biridir bu. Küçük Kadınlarda da mesela meg'in bir eldivenini çalmıştı şimdi adını hatırlayamadığım kocası olacak o angut. Neyse, "çok romantik ulan" "o zamanlarda aşk bile ne masummuş, şimdi olsa iç çamaşırını çalar bu sapıklar" diye düşünmeden edemiyor insan.
Suat, aydın bir kadındır aslında. Hani Bihter gibi "yatır sik kaldır dik" kadınlarından değil. Kitap okuyan, yabancı dilleri bilen, piyano çalabilen bir insandır. Kocasını da çok sever. Kocası da onu. Görünürde mutlu bir evliliği vardır ama, içten içe mutlu değildir Suat. Orta yaş bunalımındadır çünkü. Gençliği, güzelliği gitmektedir. Bu bunalımlı dönemde, kendisinden hoşlanan bir erkeğin varlığı ona umut verir. Necip'e değil, bir erkeğin ona hala ilgi duyuyor olabileceği fikrine aşık olmuştur bir anlamda. Ama Bihter gibi kevaşe ruhlu olmadığı için aşkını kalbine gömmeye çalışır. Kitabın sonunda ise konakta çıkan bir yangında içerde mahsur kalır. Kendisini kurtarmak için alevlerin içine atlayan Necip ile birlikte yanarlar. Olan zavallı Süreyyacığıma olmuştur. Bir gece içinde hem karısını, hem en yakın arkadaşını hem de evini kaybetmiştir. Sonrasında zavallı adamcağıza ne oldu, Yeni bir ev yaptırdı mı, tekrar evlendi mi hep merak etmişimdir.
Eylül, ilk olmanın sıkıntılarını, döneminin ağır ve ağdalı dilini, simgesel anlatımın handikaplarını barındırsa da, edebiyat ödevleri dışında da zevk için alınıp okunmayı hakkeden bir kitap. Özellikle mekan tasvirleri ile kişilerin iç dünyaları arasındaki irtibatlandırmalar başarılı olmuş. okuyunuz, okutunuz efenim. Mutlu bayramlar.
Gönderen zipirinsan zaman: 11/26/2009 11:55:00 ÖS 0 yorum
Etiketler: edebiyat
rastgele diyelim, rast makamından başlayalım
23 Ekim 2009 Cuma
Basit olan sevilir düsturundan yola çıkarsak, belki de bu makam neden bu kadar sevilir anlayabiliriz. Türk müziğinde batı musikisi dediğimiz şeye en yakın makam belki de budur. Öyleymiş yani ben diyenlerin yalancısıyım. Benim en sevdiğim makam olmasının ise, sevdiğim şarkılarla kesinlikle bir ilgisi yok. Daha çok eğlenceli, insanın ruhuna neşe veren bir yapısı olduğu için seviyorum.
Şimdi bu olayla ilgili teknik ayrıntıları bilmediğim için, size detaylı bilgi veremiycem. Mesela makam, çıkıcı bir seyir izliyormuş. Çıkıcı sevir ne demek? Sonra, durak sesi sol'müş. Durak sesi ne demek? Güçlü sesi re imiş. Güçlü ses ne? Durak sesi yahut güçlü seste asma karar yapılırmış. Asma karar ne? Ulan bir allahın kulu da şu internete kendince müzik öğrenmek isteyenler için bir sözlük koymamış ki! Sapıtmamak işten değil. Sonra da insanlar niye türk müziği dinlemiyor, türk san'at musikisi bir deryadır tanıtalım diye laf salataları edin.
Hayır öğrenim hayatım boyunca, üniversiteye kadar sektirmeden müzik dersi aldım haftada ikişer saat. Tek öğrendiğim şey de blokflüt denen nanenin kafa sikmekte nasıl kullanılacağı. Hayır şimdi söz de verdim beni izleyenlere anlatıcam diye, ne oldu, bir hafta falan geçiyor ne öğrendik rast makamıyla ilgili? Bir sürü safsata! Delirmemek işten değil.
Neyse, rast makamı koç burcunun özelliklerini gösteriyormuş efenim astrolojide. Erkek karakterliymiş. Baş çevresindeki ağrıları geçirmede yardımcı olduğu gibi, ruh hastalıklarını dindirmede de etkili imiş. Sakinleştirici, sinirleri yatıştırıcı bir etkisi varmış ki ben buna kesinlikle katılıyorum. Seratonin salgılatıyo adama şerefsizim. Bu güzel yazımızı, rast makamının güzide örnekleriyle sonlandıralım efenim, may the force be with you
http://www.youtube.com/watch?v=MWuF8Zmi7nc
http://www.youtube.com/watch?v=6EI-3B-nxSs
Gönderen zipirinsan zaman: 10/23/2009 09:03:00 ÖÖ 0 yorum
Etiketler: müzik
zipirla müzik dersleri-ha bismillah
18 Ekim 2009 Pazar
Evet efenim, ha yazdım ha yazacağım derken.... İşte eğlencemiz başlıyor. Müzik derslerimize teorik bilgilerden başlıyoruz.
Gönderen zipirinsan zaman: 10/18/2009 03:31:00 ÖS 0 yorum
Etiketler: müzik
wanna make love in this club
14 Ekim 2009 Çarşamba
Kim ne derse desin arkadaş, ben bu şarkıyı seviyorum! Bir kızdan istemek problemini aşmış usher abi bu şarkıda." sexually, mentally, physically, emotionally, /i'll be like your medicine, you'll take every dose of me." demiş adam. Daha ne desin yani. Pek tabii ki şarkının David Sides versiyonunu pek çok seviyorum usher versiyonundan ama, neyse o konu önemli değil.
Gönderen zipirinsan zaman: 10/14/2009 01:46:00 ÖÖ 0 yorum
jorge luis borges tarzı hikayecilik
2 Ekim 2009 Cuma
Bunu pek tabii ki türkiyede en iyi İhsan Oktay Anar yapıyor. Aslında belki de Borges tarzı hikayecilik diye bir şey yoktur literatürde, ben kıçımdan uydurdum. Ama bana göre var böyle bir şey.
Şimdi pek tabii ki Borges ustanın her kitabını okumadım. Okuyacağım ama, okunacaklar listeme eklendi hepsi. İlk olarak "Alçaklığın Evrensel Tarihi"ni okudum. Evet işte, o iç içe geçmiş olay örgüleri, kırk çeşit hikayeyi birbirinin kuyruğuna dolandırmadan bir bütünsellik içinde anlatabilmek, küçük ve önemsiz görünen her detayın aslında olayla çok önemli bir ilişkisinin bulunması...
Ben derim ki, Borges okuyun. Hatta İhsan Oktay da okuyun. Sonra neden en incir çekirdeği konularda saatlerce konuşabilen, sayfalarca yazabilen ben gibi bir insanın bir şey yazamadığını anlarsınız.
Gönderen zipirinsan zaman: 10/02/2009 03:53:00 ÖÖ 0 yorum
Etiketler: edebiyat
yine izmit yine izmit
21 Eylül 2009 Pazartesi
İşte geldim burdayım, ben bu işte ustayım!!! Yine izmitteyim, biraz önce geldim. Yani biraz önce demem, iki saat falan oluyor. Of çok yorgunum şimdi saçmalamayayım.
Gönderen zipirinsan zaman: 9/21/2009 10:06:00 ÖS 0 yorum
deneme sürüşü
9 Eylül 2009 Çarşamba
Biraz para kazanmaya başlayınca elbette kendime bir araba alacağım. Tamam hayallerimdeki gibi bir chevrolet bel air cabrio alamayacağım o belli bir şey. Şimdilik hedefim renault toros. Bir araba alıncaya kadar ise sevgili ayaklarım beni canımın istediği yere götürme konusunda bana yardımcı olacaklar.
Gönderen zipirinsan zaman: 9/09/2009 01:21:00 ÖS 0 yorum
rapçilerdeki peltekleşerek şarkı söyleme ekolü
7 Eylül 2009 Pazartesi
Türkiye'de rap müziği çoluk çocuk işi gibi görülüyor. Böyle asi gençliğin metal dinlemesine falan alışmışız. Böyle insanlar böğürüyor falan, geğirir gibi şarkı söylüyorlar, 30lu yaşlarındaki insanlar "vay aq adamlar ne müzik yapıyor beah" diye dinliyor. Rap ise "çoluk çocuk işi, müzik diil" falan gibi saçma argümanlarla eleştiriliyor. Ben ise hiç değilse emo rapçi yok diye seviniyorum.
Gönderen zipirinsan zaman: 9/07/2009 05:27:00 ÖÖ 0 yorum
Etiketler: müzik
zipirinsan'ın ciddi insanlar dünyasına yolculuğu
4 Eylül 2009 Cuma
Nasıl bitti anlamadım ama, tatil bitiverdi işte. Benim de son derece entellektüel uğraşlarla geçirdiğim (yalaaaannn) bir tatil döneminin ardından yeni öğretim yılına hazırlanmam lazım.
Gönderen zipirinsan zaman: 9/04/2009 09:36:00 ÖS 0 yorum
Bunu okuyosanız topsunuz olm top
2 Eylül 2009 Çarşamba
Canım sıkkın.
Gönderen zipirinsan zaman: 9/02/2009 05:33:00 ÖÖ 0 yorum
Sarhoşluk ve Romantizm Üzerine
31 Ağustos 2009 Pazartesi
David Sides'a özenip piyano çalmaya heves etmemle birlikte, hayatım değişti.
Gönderen zipirinsan zaman: 8/31/2009 05:25:00 ÖÖ 0 yorum
Etiketler: müzik
nutella gibiyim esmer ve kavruk
30 Ağustos 2009 Pazar
Diyetteyim:( Aslına bakılırsa ben ebedi diyete mahkum bir insanım. 4 kilo doğmuşum lan hesaplayın siz. "ben böyleyim" diye susup oturmak olmaz tabii... Annemin de zorlamasıyla diyet denen belada emin adımlarla ilerliyoruz.
Gönderen zipirinsan zaman: 8/30/2009 06:48:00 ÖS 0 yorum
Etiketler: yemek
David Sides ve piyano çalmak hakkında
Youtube da video avcılığı yaparken denk geldim videolarına. İnanılmaz yetenekli bir bir piyanist, inanılmaz güzel bir şarkıyı, sanki benim için çalıyordu. Mest oldum, eridim, bittim... Sonra araştırdım ettim, öğrendim ki bu siyahi arkadaşımızın adı David Sides imiş. Kendisi California Riverside'lı. Halen de orada ikamet ediyor sanırım, bilemeyeceğim. 10 yaşından beri piyano çalıyormuş, şu an 24 yaşındaymış. Umarım da bekardır. Hoş, aramızda okyanuslar varken bekar olmasının bana bir faydası yok ama, aşık oldum adama yahu!
Gönderen zipirinsan zaman: 8/30/2009 02:58:00 ÖÖ 0 yorum
Etiketler: müzik
mantı üzerine deneysel çalışmalar
Efenim, mantı denince nedense herkesin aklına geleneksel mantı çeşitlemeleri gelir. Mantı dediğin kıymalı olur, mantı dediğin sarımsaklı yoğurtla yenir, mantı dediğin bohça şeklinde katlanır, bir kaşığa bilmemkaç tane mantı sığar vb... Oysa yemek dediğimiz güzelliğe biraz deneysel yaklaşmak gerekmez mi?
Gönderen zipirinsan zaman: 8/30/2009 02:43:00 ÖÖ 0 yorum
Etiketler: yemek
titanic ve diğer batık gemiler hakkında
29 Ağustos 2009 Cumartesi
Tamam bu blog Clive Cussler'a adanmış değil ama ben kendisini çok sevdiğim için konu dönüp dolaşıp ona geliyor. Evet dün gece yine sabaha kadar oturup Clive amcanın teee 1970li yılların sonunda yazdığı Raise The Titanic, türkçeye çevrildiği adıyla Titanik'i okudum. Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim ki Clive amcanın kitaplarını çevirenlerin ve yayınevlerinin garip bir espri anlayışı var. adı Sahara olan kitabın adını uzatıp "Sahrada Ayak Sesleri" yapıyorlar, Raise The Titanic gibi uzun bi adı kısaca Titanik diye çevirmekte beis görmüyorlar. Zaten kitabın ilk baskıları Altın Kitaplar tarafından Lanetli Gemi adıyla ve başka bir çeviriyle yayınlanmış. Benim elimdeki Remzi Kitabevi tarafından yayınlanmış 3. baskısı.
Gönderen zipirinsan zaman: 8/29/2009 08:40:00 ÖS 0 yorum
Etiketler: edebiyat
clive cussler ve macera kitapları hakkında
28 Ağustos 2009 Cuma
İnsanın oturduğu yerden gideremediği o macera tutkusunu gideren yegane şey macera kitaplarıdır. Senelerdir yazılıyor, senelerdir okuyoruz. Bundan sonra da yazılmaya devam edecek ve biz de ayıla bayıla okuyacağız, ama anlamsız bir şekilde bu kitaplar küçümseniyor. Deli olmak işten değil!
Gönderen zipirinsan zaman: 8/28/2009 11:10:00 ÖS 1 yorum
Etiketler: edebiyat