nihayet nihavend

24 Aralık 2009 Perşembe

Efenim, uzun süredir ara verdiğim türk musikisi makamlarını tanıtma işine kaldığım yerden devam ediyorum. Fark ettiğiniz üzere bu işte bir sıra takip etmiyorum. 



Nihavent, çoğu kişi gibi benim de en sevdiğim makam. Yani nihavent bir başka. En sevdiğimiz, dertlendiğimiz, gülümsediğimiz şarkılar hep nihavent. Müzeyyen apla "unutturamaz seni hiçbir şey" dediği anda rakı bardağını masaya vurmayan bir fasıl dinleyicisi gösteremezsiniz bana. İnsanın içi fena olur. Ortamda rakı yoksa bile, rakı bardağı masaya vurulurmuş gibi bir hareket mutlaka yapılır. Aynı şey, "şarkılar seni söyler"de de olur.  O şarkı da benim şarkımdır hani. Bir gün annem telefonda söylemişti bana. Ay insana sevgilisi şarkı söylemez böyle be. Anneler bitane, bitane. 


 Peki bu makam nasıl bir makamdır dersek, efenim zor bir soru sormuş oluruz. Batı müziğinde bunun karşılığı sol minör gamı diyebiliriz. İnici-çıkıcı bir seyri vardır. Durağı rasttır efenim. Ah rast makamı da ne güzeldir, ne şirindir. Neyse, teknik konusu çok karmaşık bunun. Buselik kürdi, hicaz micaz karıştırıyorlar. Ben de anlamıyorum. Anlamadığım bir şeyi anlatmam da çok zor olur haliyle. 


Nihavend, yapı itibariyle batı musikisi enstrümanları ile icra edilmeye uygun bir makamdır. belki de ondan seviyorum ehehe. Tsm'nin de en güzel şarkıları elbette ki bu makamdadır. Az önce bahsettiklerimden başka, "gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar", Zeki Müren'den dinlemesi ayrı bir zevk olan "mihrabım diyerek", kalamışa her gidişimde söylediğim ve bana fena halde fenerbahçe sevgisini hatırlatan "bir tatlı huzur almaya geldik kalamıştan", "gizli aşk bu, söyleyemem derdimi kimseye" falan hep bu makamdadır. Dinledikçe dinleyesi geliyor insanın yahu! 


Karar verdim, sourberry beni dj olarak alınca bir gün nihavend gecesi yapacağım. Tüm bu şarkıları çalar, tsm severleri mest ederiz oley!

ihsan oktay anar üzerine

4 Aralık 2009 Cuma



Ulema, cühela ve ehli dubara, ehli namus, ehli işret ve erbab-ı livata rivayet ve ilan, hikâyat ve beyan etmişlerdir ki hicretten 1379, isa mesih'ten 1960 yıl sonra, izmir namıyla bilinen şehirde, daha sonra Uzun İhsan namıyla bilinecek bir zât dünyaya geldi. Bu olay, daha sonra cereyan edecek pek çok güzelliğin başlangıcıydı. 


Bu dünya üzerinde, maddesel olmayan ve kimsenin bizden alamayacağı şeyler vardır. Kim ne yaparsa yapsın, bizimledirler. İçimizdeki müzik ve düşlerimizdir bunlar. Umudumuz, düşüncelerimiz, sevgimizdir. Nasıl bir bütün, parçalarının toplamından daha büyük bir şey ise, futbol nasıl sadece futbol değilse; Puslu Kıtalar Atlası, Suskunlar, Kitab-ül Hiyel de birer kitap olmanın ötesindedirler benim için. Elbetteki bu kitapların yazarının da gözümde çok başka  bir yeri var.

Yayınlanışının üzerinden on sene geçtikten sonra haberim oldu dünya üzerinde Puslu Kıtalar Atlası diye bir kitabın yazılmış olduğundan. Nasıl ki orta dünya benim ara sıra sığındığım, rivendell'da bir kahve içip döndüğüm bir yer idiyse, Uzun İhsan Efendi'nin evi de öyle bir sığınak oldu bana. Uzun İhsan'la hem hiyel, hem hayal ehli olmanın hayalini kurdum. Hayran oldum ona. Ben de yazacaksam, böyle yazmalıyım dedim.

İhsan Oktay, benim için hiç sahip olmadığım bir masalcı amca, bir baba gibidir bir anlamda. Sıkıldığımda, korktuğumda, üzüldüğümde sığınabileceğim bir kucaktır. Belki kendisiyle yüz yüze karşılaşsam, oturup muhabbet etsem, o izlenimi sonsuza dek kaybedebilirim. Genelde, hayran olduklarımızla karşılaştığımızda hep hayal kırıklıklarıyla karşılaşmaz mıyız zaten? Ancak "göbeğine yatayım, bana saatlerce bir şeyler anlatsın, ne anlattığı hiç önemli değil." dedirten iki insandan biridir. Ki bu insanlardan diğeri İlber Ortaylı'dır ve İhsan Oktay ile tip olarak da benzemektedirler. Sanırım bu her ikisinin de kırım kökenli olmasından ileri geliyor. Yine de gözünde canlandıramayanlar için şema ile gösterelim:


Şunu da hemen belirtmek isterim ki Uzun İhsan belki göbeğine yatılmasına izin verir ama aynı iyimserliği İlber hocam için gösteremiyorum. Böyle bir teklif karşısında beni sopayla kovalayabilir. Ayrıca fransız aksanıyla "ilbeeğğ" deyince, çok seksi bir ismi oluyor hocamın. Belirtmek istedim.

Neyse, konudan yine çok uzaklaştık. İhsan hocamla ilgili konuşacaktık:

Üzerine meteor düşse üzülmeyeceğim, bana göre overrated bir mekan olan İzmir ilinin en güzel yanı, İhsan Oktay Anar'ın orada yaşıyor olmasıdır. Gün olur da bu şehirde yaşamak cezasına çarptırılırsam, sırf karşılaşırız umudu ile Bostanlı'da ev tutarım. Ki, kendisi hocam olsun diye müspet ilimleri bırakıp felsefiyyat tahsil etmeye bile heves etmiş idim. Sonra vazgeçtim. Ama hani belki mezun olunca bir yüksek lisans düşünürüm bu konuda.

İhsan Oktay hoca, kendisine has bir tarz oluşturmuş, türk edebiyatının kilometre taşlarından sayılacak eserler yazmış bir yazar. Kitaplarını okurken, Tim Burton filmlerini izler gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Özellikle Suskunlar'ı okurken, " tim burton şu kitabın stop motion olarak bir filmini çekse ya" diye düşünmedim değil. Bence, harika ötesi bir şey olurdu ve almadık oscar bırakmazdı. Yine Anar'ın kitaplarındaki karakterler ve anlatım dili, karakterlerin kişilikleri, dine getirdiği bakış açısı, insana Hayyam rubaileri okur gibi bir tat bırakıyor. Belki hiç alakası yoktur. Ama bir Neyzen Tevfik, bir Ömer Hayyam havası yakalıyorum ben eserlerinde.

"En güzel yaz şiiri, kışın ocak başında yazılandır" demiş şimdi adını hatırlayamadığım bir şair. Bu, İstanbul'un o tarihi atmosferini, sokaklarının gizemini, evlerinin dokusunu İzmir'den nasıl bu kadar güzel bir şekilde tasvir edebildiğini açıklıyor bir anlamda. Okurken, o yıllara dönüyor, o sokakları geziyor, o yemekleri yiyor gibi oluyoruz. Üstelik, kendini alttan alta hissettiren güçlü bir mizahi yönü de var eserlerinin. Ancak Anar'ın eserlerinin en büyük eksiği, kadın karakterler yaratmamasıdır.


Suskunlar, Amat, Kitab-ül hiyel, Puslu Kıtalar Atlası... Bu kitapların hiçbirisinde derinlemesine işlenmiş bir kadın karakter yoktur. Suskunlar'da, meyhanede çıkan dansçılardan, servis yapanlara kadar hepsi erkektir. Uğruna cinayetler işlenen Neva'nın kahramanlarla tek bir diyaloğu yoktur. Annesi de, figüran kontenjanından yer bulur kendisine. Davud ile Eflatun'un annelerinden de pek bahsedilmemiştir. Evinden yurdundan dışarı adım atmayan pısırık Veysel Bey ne ara Goncagül'ü götürmüştür? Bu bile muallaktadır.

İhsan Oktay'ın tüm kitaplarında, kadınlardan bir uzak durma vardır. Esas karakterlerimiz kadınlarla sevişir, onlara aşık olur. Arka planda hep varlıklarını hissederiz. Ancak işte o kadardır. Uzun İhsan, romanlarında kadınların iç dünyalarına girmez, onları esas hikayenin içerisine davet etmez. Erkek egemen bir dünyayı anlatır ve o dünyanın kadınların gözünden nasıl göründüğü konusunda bize malümat vermez. Kadınları tasvir edişi açısından (kadınları tasvir edişi açısından dedim, kıçından anlamayın) Hüseyin Rahmi tarzı alaycı ve karikatürize bir tarzı benimsemiş gibi görünse de, onun gibi detaylı kadın tasvirlerine girmemiş, ana kahramanı olarak kadınları seçmemiştir.

Kitaplarını okurken, olayların işlenişi ve sıralanışı hakkında "böyle olmasa daha iyi olurdu." "bu kısım belki daha kısa işlenmeliydi, şurası daha çok uzatılmalıydı""bu olay, şundan önce anlatılmalıydı." diyebilirim. Belki benim bu önerilerim de, yazarın tasarımını ve vermek istediği asıl mesajı tamamen değiştirecek öneriler olabilirdi. Ancak tüm bunlar İhsan Oktay Anar'ın muhteşem bir yazar olduğu ve benim ona hayran olduğum gerçeğini değiştirmiyor.

önce eru vardı-fantastik edebiyat felsefesi 101

1 Aralık 2009 Salı

                                                     "Önce eru vardı.Tek olan"


Böyle diyor Tolkien Silmarillion'un başında. "Önce Eru vardı, tek olan, Arda'da İluvatar olarak isimlendirilen. İlk önce düşüncesinden doğurduğu Ainur'u, kutsal olanları yarattı ve onlar, hiçbir şey yaratılmadan önce onunlaydılar." Aslında fena halde "Başlangıçta söz vardı.Söz tanrı ile birlikteydi ve söz, tanrıydı." ayetini hatırlatıyor. Aslında Silmarillion'un kutsal kitaplarla tek benzerliği de bu değil. 


Fantastik kurgularda hep bir tanrı öğesi, bir yaradılış felsefesi vardır aslında. Tolkien'in kitabı incile benziyor evet, çünkü incil dünyanın yaratıcısının kitabı idi. Silmarillion ise "orta dünya"nın yaratıcısının. Tolkien bizim hayal edemediğimiz bir evreni düşünmüş, mitolojojisini, dillerini, ırklarını, tarihini oluşturmuş. Elbette ki bir kutsal kitabı olacaktı. O da Silmarillion'du.


Fantastik kurgularda, genel olarak yaradılış teorisine ve kutsal kitaplara hep göndermeler olur. Biraz dikkatli okuyucu bunu hemen çözer. Bazı göndermeler özenle yapılmıştır, bazıları ise iğreti durur. Bu, yazarın ustalığına bağlıdır bir anlamda. Yazarın bilgi birikimi, yeteneği, dünya görüşü bunu etkileyen faktörlerdendir. 


Tolkien için kutsal kitap alegorisi yapıyor diyemeyiz asla. Çünkü alegorinin her çeşidinden nefret ettiğini yüzlerce kere söylemiştir. Ama ilahiyat, felsefi akımlara yapılan göndermeler yer yer belirgin şekilde kendisini hissettirir. Fantastik edebiyatın ülkemizdeki benim için tek temsilcisi İhsan Oktay Anar'da da bu vardır ve çok bilinen bir şeydir. Ancak benim yeni farkettiğim, Silmarillion ile Suskunlar arasındaki benzerliktir. Tolkien ve Anar'ın kutsal kitaplardaki kıssalardan etkilendikleri bir gerçek. Ama Tolkien'in de Anar gibi mevlevi felsefesinden ve mevlevilikten etkilendiğini düşünüyorum. 


"Başlangıçta sükut vardı. Ve her yer karanlık idi. Ve yaradan Yegah makamında terennüm eyledi. Ve bu ışıltılı nağme ile etraf nur oldu."  


İncil, başlangıçta söz var derken Uzun İhsan başlangıcın sessiz olduğunu söylüyordu. Tolkien ise Başlangıçta Eru'nun olduğunu. Uzun İhsan Efendi ile Tolkien amcanın ortak noktası, dünyanın müzik ile oluştuğunu anlatmalarıydı. "Eru, müziğin temalarını oluşturarak onlarla (Ainur) konuştu ve onlar Eru'nun huzurunda şarkı söylediler, ve o mutlu oldu." dedi Tolkien. "Ve yaradan, yegah makamının güzel olduğunu gördü" dedi Uzun İhsan. 


Uzun İhsan belki haklı. çünkü "Her şeyi bilmek için, belki hiçbir şey bilmemek gerektiğinden, ademoğullarından bazıları bildiklerini unutmaya hayatını adadı. Çünkü onlara göre, ancak hiçbir şey bilmeyen bir masum gördüğü anda O'nu tanıyabilirdi." Ve belki de tüm insanlar, senelerdir tek bir kitabı yazmak için uğraşıyordu ve tüm bu benzerliklerin de kaynağı buydu. 







zipirinsanla fantastik edebiyat felsefesi 101

Uyku problemimin tekrar hortladığı şu günlerde, eski kitaplarımı tekrar okuyor, ingilizce e-book larını indirip ingilizcemi ilerletmeye çalışıyorum. Fantastik edebiyat içersine gizlenen felsefeyi ilk kez keşfetmedim. Ancak ilk kez bu kitapları maksat muhabbet olsun diye okumadığımı, kendimi geliştirdiğimi farkettim. 


Shawshank redemption filmini izlediniz mi bilmem. o filmi, yine bir uykusuzluk nöbetime deva olsun diye izlemiştim. Uyku problemi olan bir insan olmakla birlikte, iyi bir filmin beni melek gibi uyuttuğu gerçeğini reddetmeyeceğim. Garip bir huzur verir bana güzel filmler. Sanki tekrar babamın güvenli kucağındaymışım gibi. o gece de hastaydım, uyumam gerekiyordu ama uyuyamıyordum. Ben de msn deki arkadaşlarımdan film tavsiyesi istedim. 

Filmi daha önce izlememiştim. Adını bir yerden duyduğumu hatırlıyordum ama emin olamıyordum. Ancak filmin ortalarına doğru, ben bu hikayeyi bir yerden okumuştum dedim, bingo! stephen king amcanın hikayesiydi bu. Kitaplarla insanların inanılmaz bağları vardır. Her kitabın insana hissettirdiği şey farklıdır. ve kitapların film uyarlamaları insana her zaman zevk vermeyebilir. ve bu film, kanımca çekilmiş en başarılı kitap uyarlamasıdır.

Filmi tanımlarken hep kullanılan "azimle sıçan mermeri delermiş" kalıbı, bence filmi tanımlamaya yetmez. Filmin benim gözümün içine içine soktuğu şey, sabit duranların diğer nesnelerin içine daha çok nüfuz ettiği gerçeğidir. Nedir sabit durmak? Veya sabit şeylerin diğer nesneler üzerinde neden böyle derin bir etkisi vardır? Tam olarak dillendiremiyorum bunu. Ama bu bir gerçek. "dünyada taştan olmayan ve kimsenin senden alamayacağı şeyler vardır." ve sen ne yaparsan yap, onlar seninledir. Bunun sebebi, onların verdiği güvenlik duygusudur. Onlara duyulan sevgidir. Sabit duranlar, bazen bir şarkı olur onu içimizde taşırız. Bazen bir insan olurlar, ölseler bile bizimledirler. Bazen bir binadır, bazen bir ağaç. Ama, durağanlıkları bizi etkiler. Onları severiz, onlara saygı duyarız, hayatımız altüst olsa bile onların orada bıraktığımız gibi bizi beklediklerini biliriz. Uzun ve yorucu bir günün ardından eve dönmek istediğimiz gibi, tüm mutsuzluklarımızın ardından o sabitimize koşmak isteriz. Ve hepimizin içinde, sabitleşme/ölümsüz olma/arkamızda bir eser bırakma sevdası vardır.

andy, brook ve red her insanın ömründe bir kez karşılaşıp muhabbet etmesi gereken tipte insanlardı. ipten kazıktan kurtulmuş olabilirlerdi. hırsızlık yapmış, adam öldürmüş, dolandırıcılık yapmış olabilirlerdi. ama hayata karşı kalender bir duruşları vardı. kanadı kırık bir kargayı cebinde besleyen o yaşlı adam, belki de hayatı boyunca dürüst yaşamakla övünüp öyle ölen pek çok insandan daha merhametliydi. red, belki de suça bulaşmamış ama sokakta itlik peşinde koşan pek çok insandan daha dürüst, daha mertti. andy her türlü itliği yapıp sonra kendisine "kader kurbanı" diyenlerden daha fazla kader kurbanı idi. ve hayatlarında hapishane gibi önemli bir ortak sabit vardı. şüphesiz ki brook orda hepsinden fazla kalmış ve en çok etkilenen olmuştu. kendi içersinde daha fazla karmaşaya sahipti. hapishane onun hayatına nüfuz etmiş, hayatı olmuştu. aynı şeyi red e de yapıyordu. "umut tehlikelidir. umut bir insanı deli edebilir" dedirtecek kadar içine işlemişti. ama andy, sabit duran bir insandı. kendi içindeki karmaşasını en aza indirebilmişti. yani, ilk başta göründüğü gibi değildi. iyi bir ilk izlenim bırakmıyordu, soğuk biri gibi duruyordu, fazla konuşmuyordu. aşırı soğukkanlılığı onu duygusuz biri gibi gösteriyordu. ne yaptığını bilen, o kendinden emin tavrı hiç bir zaman bozulmuyordu. hayatlarına biraz olsun neşe katabilmek için kendisini tehlikeye atmaktan çekinmiyordu. belki kimse onu ilk gördüğü anda sevmezdi. ama yokluğu özlenirdi.

andy, su gibiydi. saftı, ancak bir şekilde yolunu buluyordu. koşullar onu sertleştirse de, içinde pislik tutmuyordu. pisliğin içinde emeklemesi gerekse de. ve umut etmeyi bırakmıyordu. çünkü "umut iyi bir şeydir. ve iyi şeyler asla ölmez."



Bu gece, şarabın da etkisiyle iyice efkarlanmışken, lord of the rings, the two tower'ı yeniden okuyayım dedim. İşte beynimdeki şimşekler o anda çaktı. 


Ağaçsakal'ın hobbitleri bulduğunda "lisanımız çok latif bir lisandır ama bu lisanda herhangi bir şey söylemek çok uzun vakit alır. Çünkü o kadar uzun vakitte söylemeye ve dinlemeye değmezse biz hiçbir şey söylemeyiz" demişti. Bu cümle beni çocukluğumdan beri etkilemiştir. Ve bu kez, Ağaçsakal'ın hakikaten çok bilge olduğunu ve fantastik edebiyatçıların sabit nesnelerin diğerlerine daha çok nüfuz ettiği gerçeğini seneler önce keşfedip gözümüze gözümüze soktuğunu anladım. 


Ağaçsakal'ın her bir sözü, beni aylar önce, shawshank redemption'ı izlerkenki ruh halime döndürüyordu:"Bizler ağaç çobanlarıyız, biz ihtiyar entler. Artık çok azımız kaldık. Zamanla koyunların çobana, çobanın da koyunlara benzediği söylenir; lakin bu yavaş yavaş olur ve ne biri ne diğeri dünyada fazla dayanmaz." "Entler elflere daha çok benzer. Kendi kendileriyle, insanlara nazaran daha az alakalıdırlar ve diğer şeylerin içine nüfuz etmede daha başarılıdırlar. Yine de entler insanlara benzer, elflere nazaran daha kolay değişebilirler, haricin rengine uymakta daha hızlıdırlar da diyebiliriz. Ya da en iyisi şöyle demeli: Daha sabit olduklarından, zihinlerini bir şey üzerinde daha uzun süre teksif edebilirler."


Daha sabit olduklarından... Cümleler, beynime beynime vurdu. Evet, entropisini en aza indiren, kendi içersindeki karmaşayı çözmüş insanlar daha bilge oluyorlardı, sabit olmak istenen bir şeydi. Kendi içinde güçlü olan, zamandan ve dış etkilerden daha az etkilenip kendisini buna uyarlıyordu. Üstelik, bunu yaparken etrafını değiştirme gücünü de elde ediyordu. 


Bu düşünce ise, hemen beynimin tozlu raflarından, Italo Calvino'nun sözlerini buldu getirdi: "Simyacı, maddede değişimler elde edebilmek için kendi ruhunu değişmez ve altın gibi saf kılmaya çalışan kişidir; ama bir de doktor Faust örneği var, o simyacılık kuralını altüst eder. Ruhu değiş-tokuş edilebilecek bir nesneye dönüştürür ve böylece doğanın bozulmadan kalacağını, artık altın aramaya gerek kalmayacağını çünkü bütün elementlerin aynı derecede değerli, dünyanın altın, altının ise dünya olacağını umar." Bunu hatırlamamla birlikte, zihinsel bir orgazm yaşadıktan sonra, okuyup da pek beğenmediğim Kesişen Yazgılar Şatosu isimli öykü benim için bir başucu kitabına evrildi. 


Sonra, sabitlerin insan hayatına etkilerinin işlendiği başka eserler geldi aklıma. Scarlett o'hara için Tara vardı, Kender tass için kendermoore. Ev'di oralar, sabitti. Dönünce hep aynı bulacağın, ne kadar değişirse değişsin havası hep aynı olandı. Hayatları değiştirme gücü olan mekanlardı. Kendi evim geldi aklıma, kitaplarım geldi. Her okuyuşumda başka bir yönlerini keşfetsem de, hep aynı zevki alırdım. Garip bir hoşnutluktu bu. Eski dostlarla görüşmenin neden bu kadar keyif verdiğini şimdi daha iyi anladım. Hayatımda bir şeyleri değiştirmem için ne yapmam gerektiğini farkettim. 


Fantastik edebiyat için "Edebiyat değil o yeaa, paçavra bunnar" diyen birini görürsem ağzına terlikle vurcam. 




eylül

26 Kasım 2009 Perşembe

                                  "Her güzel şey kalbimde bir yara açarak gider."

Böyle demiş Mehmet Rauf, Eylül isimli romanında. Romandan aklımda kalan en önemli cümle de budur bir bakıma. Herkes Halid Ziya'nın Aşk-ı Memnu'sunu konuşurken, aklıma yasak aşkı irdeleyen bu kitap geldi.

Efenim, Eylül türk edebiyatındaki ilk psikolojik romandır. İlk olmasının handikapları dışında oldukça güzeldir, döneminin özelliklerini yansıtır. Peki neymiş bu dönem? Servet-i fünun. Pek tabii ki üslup olarak şu anda okuyan bizlere oldukça sıkıcı gelecektir. Bazen öyle cümleler kurulmuş ki anlamak mümkün değil. Ancak döneminde epey ses getirmiş, hatta bazı edebiyatçılar, adı lazım değil baş harfi Halid Ziya, bu eser için "yayınlanmadan önce tevfik fikret tarafından düzeltildi." falan diye dedikodular çıkarmıştır. Böyle bir şey var mı bilmiyorum ama, kitabın üslubunu tevfik fikret'inkine pek benzetemediğimi de söylemeliyim. Belki de Halid Ziya sinirinden böyle bir şey demiştir. Çünkü Mehmet Rauf ile pek bir kanki imişler zamanında. Bir gün birlikte otururlarken Halid Ziya'nın bi arkadaşı gelmiş, balayına gidecekmiş evini nasıl döşediğini filan anlatmış. Mehmet Rauf da kankisinin yüzünde bir hüzün ve kıskançlık görmüş. Gençliğinin gittiğini, artık böyle bir mutluluğu yakalayamayacağını düşündüğünü anlamış. Bu düşünce de Eylül'e ilham vermiş. Yani benim kankim de böyle bir olaydan yola çıkıp güzel bi eser yazsa sonra da hikayeyi uluorta anlatsa ben de sinirlenirdim.

Neyse, dedikodu faslını geçelim efenim. Kitaba dönelim.

Oldukça simgesel bir dil kullanılmış pek tabii ki. Yani kahramanların adlarında bile bunu görüyoruz. Genellikle bir kadın ismi olarak kullanılan "süreyya" bu eserdeki erkek baş kahramanımızın ismi. Yine genelde bir erkek ismi olarak kullanılan "suat" ise esas kadınımızın adı. Yazar neden böyle bir şey yapmış? Bilemiyorum aslında, yani bir sebebi varmış ama şimdi hatırlamıyorum. Edebiyat okuyan bir arkadaşım var benim Caner diye, ona sordum o da bilmiyormuş. Hatta şaşırdı neden buna takıldın diye. Takılırım arkadaş, önemliydi bu benim için!

Şahsi kanaatime göre, Suat hanım kocasına göre daha baskın bir karakter olduğu için bir erkek ismi almıştır. Çünkü her ne kadar duygularına yön veremese de, bocalasa da, depresif ruh hallerinden kurtulamasa da, hayatla ve kendisiyle çok daha fazla ilgilidir kocasına nazaran. Süreyya desen snob herifin teki. Adamı bırak bütün gün tekneyle gezsin! Azcık karınla ilgilen lan! Gözünün önünde en yakın arkadaşınla işi pişiriyo senin ruhun duymuyo!

Bir sözüm de Necip için. Evladım anan baban yok mu senin? Hastalanıyorsun, bu insancıklar bakıyor sana. Evlerinden dışarı çıkmıyosun, hep bunlardasın. Evli bu insanlar yahu, ayıp denen bişi öğretmediler mi sana? Ayrıca bu Necip de tam bir mirasyedidir haa, nerde akşam orda sabah gezip duran bir tip. Bir gün olsun çalıştığını, ne bileyim bir işle ilgilendiğini görmedim. Ama yeni çıkan ne varsa alır, pahalı yerlerde yer içer gezer. Arkadaş nerden geliyor bu değirmenin suyu diye sorarlar adama!

Aslına bakılacak olursa, on gönlüm olsa birini bu sarsak Necip'e vermem. Ama işte kadınlardaki arıza tiplere aşık olma eğilimi burada kendisini gösteriyor. Necip içten içe tutkundur zaten Suat'a. Bana göre aslında ona da değil, arkadaşının evliliğine tutkundur. Bir çeşit imrenme bu aslında. Mutluluğu bulmuş bir çifti görüp hayranlık duymak gibi. Ama Necip, Behlül gibi kaypak ve şerefsiz bir insan olmadığından duygularını kendi içinde yaşar. Suat'ın bir eldivenini çalıp saklar ki klasik aşk romanlarının en önemli metaforlarından biridir bu. Küçük Kadınlarda da mesela meg'in bir eldivenini çalmıştı şimdi adını hatırlayamadığım kocası olacak o angut. Neyse, "çok romantik ulan" "o zamanlarda aşk bile ne masummuş, şimdi olsa iç çamaşırını çalar bu sapıklar" diye düşünmeden edemiyor insan.

Suat, aydın bir kadındır aslında. Hani Bihter gibi "yatır sik kaldır dik" kadınlarından değil. Kitap okuyan, yabancı dilleri bilen, piyano çalabilen bir insandır. Kocasını da çok sever. Kocası da onu. Görünürde mutlu bir evliliği vardır ama, içten içe mutlu değildir Suat. Orta yaş bunalımındadır çünkü. Gençliği, güzelliği gitmektedir. Bu bunalımlı dönemde, kendisinden hoşlanan bir erkeğin varlığı ona umut verir. Necip'e değil, bir erkeğin ona hala ilgi duyuyor olabileceği fikrine aşık olmuştur bir anlamda. Ama Bihter gibi kevaşe ruhlu olmadığı için aşkını kalbine gömmeye çalışır. Kitabın sonunda ise konakta çıkan bir yangında içerde mahsur kalır. Kendisini kurtarmak için alevlerin içine atlayan Necip ile birlikte yanarlar. Olan zavallı Süreyyacığıma olmuştur. Bir gece içinde hem karısını, hem en yakın arkadaşını hem de evini kaybetmiştir. Sonrasında zavallı adamcağıza ne oldu, Yeni bir ev yaptırdı mı, tekrar evlendi mi hep merak etmişimdir.

Eylül, ilk olmanın sıkıntılarını, döneminin ağır ve ağdalı dilini, simgesel anlatımın handikaplarını barındırsa da, edebiyat ödevleri dışında da zevk için alınıp okunmayı hakkeden bir kitap. Özellikle mekan tasvirleri ile kişilerin iç dünyaları arasındaki irtibatlandırmalar başarılı olmuş. okuyunuz, okutunuz efenim. Mutlu bayramlar.

rastgele diyelim, rast makamından başlayalım

23 Ekim 2009 Cuma

Basit olan sevilir düsturundan yola çıkarsak, belki de bu makam neden bu kadar sevilir anlayabiliriz. Türk müziğinde batı musikisi dediğimiz şeye en yakın makam belki de budur. Öyleymiş yani ben diyenlerin yalancısıyım. Benim en sevdiğim makam olmasının ise, sevdiğim şarkılarla kesinlikle bir ilgisi yok. Daha çok eğlenceli, insanın ruhuna neşe veren bir yapısı olduğu için seviyorum.

Şimdi bu olayla ilgili teknik ayrıntıları bilmediğim için, size detaylı bilgi veremiycem. Mesela makam, çıkıcı bir seyir izliyormuş. Çıkıcı sevir ne demek? Sonra, durak sesi sol'müş. Durak sesi ne demek? Güçlü sesi re imiş. Güçlü ses ne? Durak sesi yahut güçlü seste asma karar yapılırmış. Asma karar ne? Ulan bir allahın kulu da şu internete kendince müzik öğrenmek isteyenler için bir sözlük koymamış ki! Sapıtmamak işten değil. Sonra da insanlar niye türk müziği dinlemiyor, türk san'at musikisi bir deryadır tanıtalım diye laf salataları edin.

Hayır öğrenim hayatım boyunca, üniversiteye kadar sektirmeden müzik dersi aldım haftada ikişer saat. Tek öğrendiğim şey de blokflüt denen nanenin kafa sikmekte nasıl kullanılacağı. Hayır şimdi söz de verdim beni izleyenlere anlatıcam diye, ne oldu, bir hafta falan geçiyor ne öğrendik rast makamıyla ilgili? Bir sürü safsata! Delirmemek işten değil.

Neyse, rast makamı koç burcunun özelliklerini gösteriyormuş efenim astrolojide. Erkek karakterliymiş. Baş çevresindeki ağrıları geçirmede yardımcı olduğu gibi, ruh hastalıklarını dindirmede de etkili imiş. Sakinleştirici, sinirleri yatıştırıcı bir etkisi varmış ki ben buna kesinlikle katılıyorum. Seratonin salgılatıyo adama şerefsizim. Bu güzel yazımızı, rast makamının güzide örnekleriyle sonlandıralım efenim, may the force be with you

http://www.youtube.com/watch?v=MWuF8Zmi7nc
http://www.youtube.com/watch?v=6EI-3B-nxSs

zipirla müzik dersleri-ha bismillah

18 Ekim 2009 Pazar

Evet efenim, ha yazdım ha yazacağım derken.... İşte eğlencemiz başlıyor. Müzik derslerimize teorik bilgilerden başlıyoruz.


Her ne kadar David Sides'a özenip piyanoya gönül vermiş de olsam, Müzeyyen Senar aşkım ve tsm eserlerini daha iyi anlama isteğim nedeniyle bu konuda biraz araştırma yaptım.

Şindik sevgili arkadaşlar, türk müziğinde sürüsüne bereket makam var. 500-600 tane falanmış gerçekte. Şu an bilinip kullanılanlar 60-70 taneyi geçmiyormuş. Yani topu topu 7 tane nota varken milletin bu denli çeşitli şey uydurabilmesinin sebebi de sultanların yeni bir usul geliştirenleri ödüllendirmesiymiş. Adamlar yememiş içmemiş makam uydurmuş, şarkı yapmış.

Bu makam kelimesinin kökü, arapça ayakta durmak fiil kökünden geliyor. Tabii bunun konuyla alakası yok ama, söyliyim dedim. Zaten bir arapça kelime mü/ma ile başlıyorsa hemen kelimenin kökü ne olabilir ki oyununa başlıyorum. Hep o Mustafa Ateş yüzünden. Eczane kelimesinin kökü de cûz muş mesela.

Şindik bu makam denen şeyin müzikteki olayı şu: belli ritm düzenleri var. Bunlara seyir deniyor. İşte bu seyirlerin işleniş, diziliş şekline de makam deniyor. Karmaşık tanımlara bilmemnelere gerek yok. Tamam, bu cevap biraz "Endüstri mühendisi ne iş yapar" sorusuna "ne iş olsa yapar abi" demek gibi müzisyenler açısından. O kadar kusur da olsun.

Şimdi bu makamlar da kendi çapında basit makamlar ve kompleks makamlar olmak üzere ikiye ayrılıyor. Basit makamların birleşmesiyle kompleks makamlar ortaya çıkıyor. Yani istersek biz de yeni bir makam icat edebiliriz. Pek tabii ki bu daha önce icat edilmiş bir şey olur ama yaparız yani. Zor değil, üstünde çalışmak lazım.

Basit makamların en en bilineni ve en kullanılanı rast makamıdır. Şimdi çok uzun yazdım yoruldum. Daha sonraki yazılarımda seyir örnekleri ve örnek eserlerle sizlerle birlikte olmaya devam edeceğim. Beni izleyin anacım, may the force be with you!

wanna make love in this club

14 Ekim 2009 Çarşamba

Kim ne derse desin arkadaş, ben bu şarkıyı seviyorum! Bir kızdan istemek problemini aşmış usher abi bu şarkıda." sexually, mentally, physically, emotionally, /i'll be like your medicine, you'll take every dose of me." demiş adam. Daha ne desin yani. Pek tabii ki şarkının David Sides versiyonunu pek çok seviyorum usher versiyonundan ama, neyse o konu önemli değil. 


Son dönemlerdeki aşırı keyifli giden hayatımı "aman nazar değmesin" tadında yaşarken bu şarkının piyano versiyonunun hayatımın fon müziği olduğunu keşfettim. Yani hayat hep bir barda hatun kaldırma çabası gibi değil midir? Sürekli daha çok zevk almaya, insanları bir şeylere ikna etmeye çalışmaz mıyız? Ancak onun dışında, müzik insanı alıp götürüyor. Yüzünde bir gülümsemeyle, mutluluğu hissedebiliyorsun içinde. Piyano seni "evet dünyada kötü şeyler de var ama keyifliyiz dimi be" diye düşündürüyor. Sanki yeni sütle nutella yemişiz gibi. Bakın bir kez daha dinleyin bana hak vereceksiniz:


Neyse, nota öğrenme maceralarıma başladığımı haber vermek için yazdım bunu. Mümkün olan en kısa süre içersinde öğrendiklerimi paylaşacağım hepinizle. Beni izleyin anacım:)

jorge luis borges tarzı hikayecilik

2 Ekim 2009 Cuma

Bunu pek tabii ki türkiyede en iyi İhsan Oktay Anar yapıyor. Aslında belki de Borges tarzı hikayecilik diye bir şey yoktur literatürde, ben kıçımdan uydurdum. Ama bana göre var böyle bir şey.

Şimdi pek tabii ki Borges ustanın her kitabını okumadım. Okuyacağım ama, okunacaklar listeme eklendi hepsi. İlk olarak "Alçaklığın Evrensel Tarihi"ni okudum. Evet işte, o iç içe geçmiş olay örgüleri, kırk çeşit hikayeyi birbirinin kuyruğuna dolandırmadan bir bütünsellik içinde anlatabilmek, küçük ve önemsiz görünen her detayın aslında olayla çok önemli bir ilişkisinin bulunması...

Ben derim ki, Borges okuyun. Hatta İhsan Oktay da okuyun. Sonra neden en incir çekirdeği konularda saatlerce konuşabilen, sayfalarca yazabilen ben gibi bir insanın bir şey yazamadığını anlarsınız.

yine izmit yine izmit

21 Eylül 2009 Pazartesi

İşte geldim burdayım, ben bu işte ustayım!!! Yine izmitteyim, biraz önce geldim. Yani biraz önce demem, iki saat falan oluyor. Of çok yorgunum şimdi saçmalamayayım.


Bu güzel bayram gününde, ablamların istanbula kadar arabayla gelmelerini fırsat bilip, kendimi esenler otogara götürttüm:) Ordan da efeturla ver elini izmit. Yurtta kimse yok tahmin edilebileceği gibi. Salih amca aşağıdaydı, eşyalarımı yukarı çıkarmama o yardım etti. O da az önce gitti sanırım, bekçilerle başbaşa kaldım koskoca yurtta.

Gelir gelmez, tüm yaz boyunca hayalini kurduğum şekilde eşyalarımın yerlerini değiştirdim. Evet, o koskoca dolapları, karyolayı, kitaplığı, masayı falan yerinden oynattım tek başıma hem de. Böylelikle ne kadar annemin kızı olduğumu bir kere daha ispatlamış bulunuyorum. Neyse, sonra da bavullarımdaki eşyalarımı bir bir yerine yerleştirdim. Oh çok güzel oldu. Şimdi de bilgisayarımı açtım keyif yapıyorum.

Yarın da odamdaki eksikler için alışverişe gideceğim. Ayna, çöp kovası, askı, dolabın içine koymaya raf falan alacağım. Böylelikle tamamen buraya yerleşicem. Şimdi sırt ağrılarımı dinlendirmek için bir süre uyuyorum. İyi bayramlar millet!

deneme sürüşü

9 Eylül 2009 Çarşamba

Biraz para kazanmaya başlayınca elbette kendime bir araba alacağım. Tamam hayallerimdeki gibi bir chevrolet bel air cabrio alamayacağım o belli bir şey. Şimdilik hedefim renault toros. Bir araba alıncaya kadar ise sevgili ayaklarım beni canımın istediği yere götürme konusunda bana yardımcı olacaklar.


Bu yaz ayağımı kırdığım ve ayağım da halen şiş olduğu için, eski ayakkabılarım ayağımı feci halde sıkıyor. Terliklerim bile olmuyor ayağıma ühühühüh... Rejenerasyon yürüyüşlerim sırasında emektar reebok spor ayakkabım ayak parmaklarımı mengeneye alıp parmaklarımın su toplamasına neden olduktan ve ben de sevgili ayak parmaklarımı olanca sakarlığımla kapıya çarpıp o toplanan suları patlattıktan sonra yürüyebilmem ve insan içine çıkabilmem için yeni bir ayakkabı almak farz oldu. Hayır, tamamen cenabetlik bu benim başıma gelenler onun da farkındayım. Artık galatasaray hamamına gidip kırk tas su mu dökünmeliyim yoksam en yakın kiliseye gidip kendimi vaftiz mi ettirmeliyim bilemiyorum.

Sevgili anneciğim alışveriş için İstanbul'da iken bu talihsizliğin gerçekleşmesi ise büyük şanstı. Zira kendisini arayıp biraz ağlayınca, hazır oradayken bana bir çift spor ayakkabı da almaya karar verdi.

Ayakkabı konusunda hassas olduğumu, ayağımın yeni ayakkabı alerjisi olduğunu ve modelin rahatlığı dışında dış görünüşüne de önem verdiğimi pek tabii ki annem biliyordu. Gitmiş bana nike air flight diye bir spor ayakkabı almış. Dış görünüş bakımından sınıfta bırakacağım bu ayakkabıyı daha ayağıma bile giymeden "iğrenç" diye yaftaladım.



Arkadaş, ben de biliyorum böyle yaftalamamak lazım denemeden etmeden. Ama görüntüsü cidden beni cezbetmedi. Sonra pek tabii ki artık alınmış giyeceğiz, bir deneyelim bakalım rahat mıdır nasıldır dedik, deneme sürüşüne çıktık.

Belediyenin içine sıçtığı yolların yağmurla beraber çamur deryasına dönüşmüş kısımlarında, sağanak yağış altında test ettim ayakkabıyı. Aslında bu hava koşullarında test etmeyedebilirdim ama yağmurun dineceği yoktu, benim bankaya gitmem gerekiyordu ve giyecek başka bir ayakkabım da yoktu.

Her neyse, diyebilirim ki bu nike air flight denen ayakkabı şimdiye kadar denediğim en rahat ayakkabılardan birisidir. Buradan ilan ediyorum. İlk görüşte beğenmeyen kafama sıçayım afedersiniz. Ayağım son derece şiş ve ayak parmaklarımın cılk yara olması gibi olumsuzlukları zerre hissetmediğim gibi, sol ayak bileğimdeki geçmiş yıllardan kalma kırığın sebep olduğu ve biraz fazla yürüsem hemen kendini belli eden ağrıyı da hissetmedim. Zira bileğime destek veriyordu epey bir.

O yağmur çamurda ve cidden bozuk yollarda beni ceylan gibi sektirtti vallahi. Üstelik bir damla su bile almadan. Ancak eve dönüşte kendi dikkatsizliğim nedeniyle kapının önünde oluşmuş göle iki ayakla dalınca, ıslandı haliyle.

Tekrar, bu ayakkabıyı beğenmeyen kafama sıçayım diyor ve herkese ayakkabı alacaklarsa önce bir bunu denemelerini tavsiye ediyorum.

rapçilerdeki peltekleşerek şarkı söyleme ekolü

7 Eylül 2009 Pazartesi

Türkiye'de rap müziği çoluk çocuk işi gibi görülüyor. Böyle asi gençliğin metal dinlemesine falan alışmışız. Böyle insanlar böğürüyor falan, geğirir gibi şarkı söylüyorlar, 30lu yaşlarındaki insanlar "vay aq adamlar ne müzik yapıyor beah" diye dinliyor. Rap ise "çoluk çocuk işi, müzik diil" falan gibi saçma argümanlarla eleştiriliyor. Ben ise hiç değilse emo rapçi yok diye seviniyorum.


Şimdi, müzikalite açısından bakarsak o böğürtülerdense rap daha insani, daha anlaşılır geliyor. Bunda çoğu kişinin benle hemfikir olmadığını çok iyi biliyorum. Sonuçta müzik bir zevk işidir, zevklerle renkler de tartışılmaz. Ancak rapçilerdeki bazı anlamlandıramadığım takıntıları da burada eleştirmeden de duramam.

Özellikle zenci rapçilerde, çok fazla "s" geçen lyriclerde şarkıyı peltekleşerek söylemek bir ekol. Bunu türkçede en iyi ceza yapıyor. Hayır aga peltek değil. Diğer şarkılarda gayet güzel söylüyor. Ancak bol s lilerde bir peltekleşme bir söylenenlerin anlaşılmaması için uğraşma falan filan... Arkadaş zaten hızlı söylüyorsun, sözlerinin yarısı hızından, kalanın üçte biri de aksanından zerre anlaşılmıyor. Bunu daha fazla anlaşılmaz yapmanın amacı nedir ben anlamıyorum. Zira şu rap denen zımbırtı sözlerini anlamadan dinlenilmemesi gereken bir şey. Böyle s seslerini eğip bükerek, efenime söyleyeyim kendini bilerek peltekleştirerek şekil yapmak hoş değil. Ayboluyor kanımca.

İki gıdım ingilizcem vardı, onun da içine ettiniz aq! Rap dinleye dinleye peltek dedelere döneceğiz. Hayır bağımlılık da yapıyor meret, kolay bırakamıyorsun:( sözlerini anlayabildiğim ender bol kiss diss falan içeren şarkıyı da, bloğumu takip edenlere armağan etmek istiyorum:

zipirinsan'ın ciddi insanlar dünyasına yolculuğu

4 Eylül 2009 Cuma

Nasıl bitti anlamadım ama, tatil bitiverdi işte. Benim de son derece entellektüel uğraşlarla geçirdiğim (yalaaaannn) bir tatil döneminin ardından yeni öğretim yılına hazırlanmam lazım.


Bu sene tabii ki geçen senelerden farklı bakıyorum okul olayına. Hep makara kukara aşktı meşkti derken üç koca seneyi harcadım. Kişisel gelişimim açısından çok önemli şeyler katmış olsam da kendime, ciddi insanlar dünyasında işime yarayacak tek bir şey bile bilmediğimi hissediyorum.

Kendime şöyle bir bakınca, aklıma gelen tek şey A River Runs Throuh It de Norman'ın okuldan dönüp de babası ona çalışma odasında ne iş yapmayı düşündüğünü sorduğunda " henüz ne yapacağıma karar vermedim" demesi. Adamcağız önce bir yutkunmuş, sonra da "ne yapacağına karar verebilmek için önünde 6 sene vardı" demişti. Çocukluğumdan beri bu sahne benim içimde yer etmişti. Ben böyle olmayacağım yahu, mal herife bak onca sene okumuş daha ne yapacağına karar verememiş demiştim. Büyük konuşmuşum dostlar, çok büyük konuşmuşum...

Normal eğitim süremin sonuna geldiğim şu senede, ki okulum uzayacağı için eğitim hayatımın son senesi diyemiyorum maalesef, henüz ne iş yapacağıma karar vermiş değilim. Aslına bakılırsa da, çocukluktan beridir bu kararsızlık bende mevcut.

Son derece yeteneksiz bir dansçı olduğum için asla profesyonel bir dansçı olamayacağımı anlamakla başladı benim kararsızlığım. Oturduğumuz şehirde bir buz pisti olmadığı için artistik patinajdan zaten henüz dört beş yaşlarındayken vazgeçmiştim. Sonrasında, arkeolog olup kazılar yapmak, yeni medeniyetler keşfetmek istedim. Bu konuda ailem beni "mezar soyguncusu mu olacaksın" diyerek pek de desteklemediklerini belirttiler. Tarihin aydınlatılmasına son derece elzem ve saygın bir bilim dalı hakkında böyle yorumlar yapmaları elbette can sıkıcıydı ve ölü görmekten müthiş derecede korktuğum için şimdi onlara teşekkür edesim var.

Ömrümü zeolojiye adayıp yağmur ormanlarındaki böcek türleri hakkında araştırma yapma sevdam ise, babamın öldüğü gün çıplak ayakla bir salyangoza basmamla birlikte havaya karıştı. Hala balıklar, kurbağalar, sümük ve portakallı jöle de dahil olmak üzere ıslak ve kaygan şeylere dokunamıyorum. Clive Cussler'ın kötü örnek olmasıyla birlikte aşık olduğum deniz maceralarına atılmama ise, yüzme korkum engel oldu. Ortaokul zamanlarımda ise yazar olup bir sürü güzel hikaye anlatmayı, bir radyo programı yapmayı, gazetelerde köşe yazıları yazmayı falan hayal etmiştim. Bu konudan hala umutluyum.

Lisede daha gerçekçi hedeflerim vardı. Valla bak. Bir ara üniversiteyi Cambridge'de okumak gibi dallamaca hayaller kurmadım değil ama bu sadece bir ay sürdü. Bu arada üniversiteyi Cambridge'de okumayı hayal etmek elbette ki dallamalık değil ama olmayacak şeylerle vakit kaybetmek dallamalıktı lise zamanlarında. Cambridge hayaliyle boş geçirdiğim zamanda iki test çözsem belki şimdi Yıldız Teknikte olurdum. Bilgisayar dahisi olup gelmiş geçmiş en müthiş programcı olma hayalim ilk bilgisayarımla birlikte suya düştü. Sonra da sırasıyla ingilizce öğretmenliği, pilotluk (ki lise2 de gözlük kullanmaya başlayınca yalan oldu), mimarlık (lisede gıcık olduğum kız mimarlık kazanınca vazgeçtim), diş hekimliği gibi bana pek de uymayan ama en azından yapmamın daha akla yakın olduğu meslekleri yapmayı düşündüm. Eski günlüklerime baktığımda, kısa bir anlığına "lan endüstri mühendisi olsam nasıl olurdu hey yavrum hey" diye düşündüğümü görüyorum. Şu an aklıma gelen o en son ihtimalin eğitimini aldığım için, eh hedeflerimden çok da uzaklaştığımı söyleyemem diyebilirim.

Üniversitedeyken ise çeşitli yönelimlerim olmasına rağmen hep endüstri mühendisliğinin son derece geniş olan iş imkanları içinde düşündüm kendimi. Üretimde çalışmayı düşlemiştim. "Üretim mühendisi" vay anasını çok havalı geliyordu kulağa. İlk üretim stajımdan sonra bu fikirden vazgeçtim. Aslına bakarsanız sanayi sitesindeki amcalar çok yardımcı oldular, hem eğlenceliydi de ama bana göre değilmiş. Bir ara AR-Ge yapçam yeni fikirler üretçem diye kafayı çizmiştim. Hatta geçen dönem projemi de bu konuda almıştım. Ancak proje sayesinde gördüm ki Türkiye'de doğru düzgün ar-ge yapan şirket yoktu ve bu alanda yeterli yayın, vizyon, deneyim... hiç bir şey yoktu. İlla ar-ge diyorsam yurtdışına gitmeliydim ki yurtdışındaki şirketler de sanırım beni işe almazdı. Sonunda lojistik ve insan kaynaklarına yöneldim. Sanırım bu konular benim için daha uygun olur.

Tabii tüm bu karar süreçleri içersinde hep hayalci bir tutum sergiledim. Hala da hayal kuruyorum. Ama elbette ki bu işler hayal ehlinin becerebileceği şeyler değil. Daha rasyonel olmak lazım, iş yaşamında bana katkısı olan şeylere kafa patlatmam lazım. Sanırım iş yerinde Dostoyevski okuyana değil yönetim organizasyon okuyana önem veriyorlar. Hiç çalışmadım, ama edindiğim izlenimler o yönde.

Bu yılımı, kendimi iş yaşamının gerekleriyle donatmaya ve gerçekten sistemli bir şekilde çalışmaya adamaya karar verdim. Ciddi insanların dünyasında şebek muamelesi görmek istemiyorum zira. Kendi çapımdayken olduğum gibi güzelim, ama ciddi insanların dünyasında tam bir felaketim.

Kendime yeni öğretim yılının başı olması sebebiyle bir program ve alışveriş listesi hazırladım. Epey bir paradan çıkacağım ama yurt ortamındaki fiziksel şartlarımı iyileştirmeden pek de başarılı olacağımı sanmıyorum. Nedense şeklen her şey düzgün değilse ben bir iş yapamıyorum. Bu konuda anneme çekmişim sanırım.

Neyse, bu konudaki gelişmeleri ve öğrendiğim hemen her yeni şeyi bloğumdan paylaşacağım. Ben de bir şeyler öğrenmek istiyorum beni de al arana diyenler beni takip etsin. Herkesi öperim!

Bunu okuyosanız topsunuz olm top

2 Eylül 2009 Çarşamba

Canım sıkkın.


Ona buna istediğin gibi saydırabilmek için kendine ait bir bloğun olması ne güzel bir şeymiş arkadaş. Sözlük bizim evimiz sözlük bizim canımız eyvallah da biriki sarhoşluk maceramızdan sonra ağzımızın payını aldık. Daha da canımız sıkkınken sözlük yok! Hayır insanın arkadaşı bile olsa sözlüğün sahibi, lafını ediyor sonra. Ulan arkadaş arkadaşa çemkirir mi lan? Şimdi ben de çemkiriyorum tamam biraz çelişkili oldu.

Neyse, insanın kişiliği hakkında bilip bilmeden iki yazı okuyup karar veren dallamalara kıl oluyorum arkadaş. Ek$ibition'da okumuşmuş da yok efenim boş insanmışız da yok bilmemneymiş de... Yok efenim mokar hastası nihanmışım da bloğuma ne zaman seks hakkında yazmaya başlıyormuşum da... Sana ne la ipne! Sana mı kalmış kimin ne olduğunu iki yazıya bakarak yorumlamak? Sana mı kaldı benim huyumu suyumu düzeltmek, ne yazıp ne yazmayacağıma karar vermek? Herkes yanlış da bir sen mi doğrusun lan sikik beyinli!

Arkadaş tepki verme, sakin ol, karmaya inan, zen, akapunktur, yogadır bilmemnedir derken sikeyim sinirlenmemeyi dedim afedersiniz. Bana ne lan sizin cinsel hayatınızdan sizin nasıl yaşadığınızdan! Benim gayet kendi çapımda gayet sakin bir hayatım var. Arada sırada sapıtıyorsam size ne lan? Göbeğimiz bir mi kesildi? Bu tepki nedir? Ben düzelince ehl-i namus bir insan olunca dünya mı kurtulacak? Ekonomi mi düzelecek? Siktiğimin ibneleri siz çok mu doğrusunuz amınakoyim?

Hayır bundan sonra ılımlı olmak falan yok arkadaş! Küfrediyorsa küfür, iğneliyorsa iğneleme, iyi davranıyorsa iyi davranış. Sikerim iyi insan ayaklarını bu ne be? Mülayim buldular saldırıyorlar. Ben kimseye kendimi ezdirmem kardeşim.

Bundan sonra sözlük olayında bir süre yokum. olmamakla da çok iyi edeceğimi düşünüyorum. Saçma saçma insanlarla muhatap olmak yerine, kendime daha çok zaman ayıracağım.



Sarhoşluk ve Romantizm Üzerine

31 Ağustos 2009 Pazartesi

David Sides'a özenip piyano çalmaya heves etmemle birlikte, hayatım değişti.


Şimdi beni bilenler bilir, uykusunu 2şer saatlik dilimlere bölmüş duygusal terminatör kılıklı bir insandım. Ancak piyano sesinin beni sakinleştirdiğini keşfettiğimden beridir uyurken kulağıma mp3 playerımın kulaklığını takmadan uyuyamıyorum. Kendi kendini terapi gibi bir şey oldu. Ne kabus görüyorum ne bir şey. Mışıl mışıl 8 saat garanti uyku! Ben şimdi Davidime aşık olmayayım da kime olayım?

Müzik sayesinde artık kabus görmüyorum ama, rüyamda Davidimi ve bazı arkadaşları görmeye başladım. dans ediyoruz falan... Halbuki dans etmeyi de bilmem. Neyse, geçen gece yine Davidimle dans ettiğim bir rüyadan sonra kalktım, şunun resmi internet sitesine gireyim bakayım yeni şarkı yapmış mı dedim ve şarkılarının notalarını sattığını gördüm.

Sevinçten havalara uçtuğumu tahmin edersiniz. Hemen gözlerim, bir kere piyanoda çalamadan ölmek istemediğim şarkıyı, love in this club ı aradı. Hehe, buldum tabii. 2 dolar küsür bi fiyatı var. Ancak paypal mi ne zımbırtıyla sattığı için alamadım.

İnternet ile ilgili her sorunumda onu arayıp ağladığım sevgili Bülentçimin bana "sana ne istersen alıcam" sözü vardı. Ben de koleksiyonuma eklemek üzere porselen bebek istemiştim ondan. Hemen paypal varsa onda vardır diyerek, bebekten vazgeçtiğimi ve bana o notaları almasını istediğimi söyledim.

İşi vardı tabii her zamanki gibi, sonra bakarım dedi. Ben de o sırada sevgili dertli arkadaşım Deniz'e döndüm. Kendisi yine üzgündü, yine içmişti. David Sides'ın o notalarını almak istediğimde, hiç duraksamadan "link ver bakayım hangi siteymiş, ben sana alırım" dedi. Apıştım kaldım. Çok romantik bir şey bu yaa... Kime, hangi kıza bir erkek şarkı almış/nota hediye etmiş? Valla bizim burda fantezilerimiz çiçeğe çikolataya falan tükeniyor. Onu bile almıyor, alırken laf ediyorlar. Neyse, paypalden aldığını söyledi, banka bilmemnesi gerekiyormuş, yarın hallolur dedi. Havalara uçtum sevinçten.

Deniz o gece çok tatlıydı lan. Gerçi hep tatlıdır ama, daha ben ağzımı açmadan kalkıp "ben sana alırım o şarkıyı" demesi çok hoşuma gitti. Bir süre daha konuştuk, "evlensene lan benle" dedi, kabul ettim ben de Deniz'den iyisini mi bulacağım? Okulum bitsin hemen evlenelim, dedim. Olmaz hemen evlenmemiz lazım, dedi. Benim telefonum bozuk bir süredir, aramış beni. Sordu telefonun niye kapalı diye, ben de bozuk olduğunu söyleyince "sana hemen bir de telefon yolluyorum" dedi. Şaştım kaldım. Annesiyle konuşturacakmış beni.

Her neyse, çok sarhoş olduğu için bir süre sonra uyumaya gitti. Sabah ise evlilik teklifinden de şarkıdan da eser yoktu. Her zamanki gibi aşık olduğu kızdan, kızın niye ona kötü davrandığından bahsetti. Ben de hani benim şarkı ne oldu diye sormadım.

Evlenme teklifi olayı falan hadi makaraydı da, abi beni can evimden, notalarımdan vurmayacaktınız yaaa:'( Sarhoştum hatırlamıyorum olayının böyle pis bir şey olduğunu bilmezdim ben. İnsan çok üzülüyor.

Deniz seni kınıyorum, bir genç kızın hayalleri ile oynadın!!! Ancak burdan ilan etmek istediğim bir gerçek var kiii, Deniz Türkiye'nin gelmiş geçmiş en romantik erkeğidir. Onu üzen kızın da allah tepesinden baksın ne diyim...

nutella gibiyim esmer ve kavruk

30 Ağustos 2009 Pazar

Diyetteyim:( Aslına bakılırsa ben ebedi diyete mahkum bir insanım. 4 kilo doğmuşum lan hesaplayın siz. "ben böyleyim" diye susup oturmak olmaz tabii... Annemin de zorlamasıyla diyet denen belada emin adımlarla ilerliyoruz.


Şimdi diyet yapmanın zorluklarından bahsetmeyeceğim. Herkes bilir ki uzun süre diyet yapanlar alışıyor bir süre sonra. İnsanın canı yemek falan istemiyor. Bir tencere mantıyı bir oturuşta yiyebilirken, bir tabağı zor bitirir hale evrilebiliyor. İrade, abur cuburlara karşı koyma konusunda lazım oluyor asıl.

Kim sevmez ki lan nutellayı? Nutella sevilmez mi? O güzelim kıvam, o lezzet... Nutella'nın ekmeğe sürülüp ısırıldığı o an.... Ağzın içinde döndürmek, efenime söyliyim ağzın içindeki enfes nutella tadı ile birlikte gelen o mutluluk, gözlerin huşu içinde kısılması... İnsan diyet millet dinlemiyor, koca bir kavanozu yiyip bitiriyor valla!!!

Yalnız nutella tek başına gitmiyor. Yani yanına nutellanın orgazmikliğini katlayacak arkadaşlar lazım. Mesela süt! Süt ve nutella!!! Fırından yeni çıkmış tazecik sıcacık ramazan pidesinin üzerine bir kat kaymak sürüp üzerine nutella sürmek sonra da afiyetle yemek mesela bir kaşık alıp kavanoza dalmaktan daha güzel, daha mutluluk verici. Keza nutellalı kaymaklı krep üzerine ballı sos döküp çilek ve muzlarla süslemek de inanılmaz lezzetli olabiliyor. Sonra zipirinsan niye zayıflayamıyor diye hayıflanıyoruz:(

Nutellaya olan aşkım ve özlemimle, naçizane bir şiYir yazdım:

Nutella gibisin şişman ve esmer
Herkesler seni pek pek çok sever
Millet dudaklarını yalıyor neden?
Nedir bu çektiğim diyet elinden?

Yeter şişmanlatma da üzme beni
Suçum ne lan seviyorum seni
Dar kotlarıma sığmak istiyorum
Nutellam seni özlüyorum

O değil de, çok acıktım ben yaa:/

David Sides ve piyano çalmak hakkında


Youtube da video avcılığı yaparken denk geldim videolarına. İnanılmaz yetenekli bir bir piyanist, inanılmaz güzel bir şarkıyı, sanki benim için çalıyordu. Mest oldum, eridim, bittim... Sonra araştırdım ettim, öğrendim ki bu siyahi arkadaşımızın adı David Sides imiş. Kendisi California Riverside'lı. Halen de orada ikamet ediyor sanırım, bilemeyeceğim. 10 yaşından beri piyano çalıyormuş, şu an 24 yaşındaymış. Umarım da bekardır. Hoş, aramızda okyanuslar varken bekar olmasının bana bir faydası yok ama, aşık oldum adama yahu!


Davidçim, r&b şarkılarının piyano coverlarını yaparak ünlenmiş. Kendisi kulaktan çalıyor, bu konu hakkında bir de kitap yazmış. Besteleri de var. 2 adet de albüm yapmış. Albumlerinde kendi bestelediği parçalar yok, yaptığı coverları albümleştirmiş. Ayrıca, düzenli olarak youtube a video yüklüyor, biz sevenlerini mestediyor. Kendisini twitter dan takip ediyorum, anladığıma göre de boğazına çok düşkün bir insan. Ay çok tatlı adam yaaa....

Davidçiğime özenip ben de piyano çalmaya karar verdim. Nasıl yaparım, bu yaştan sonra öğrenebilir miyim, çalmayı becerebilir miyim hiç bilmiyorum. Ama azmettim! Ekşi sözlükten olsun üniversiteden olsun liseden olsun ne kadar arkadaşım varsa beni destekliyor. Gaz vermek diyelim aslında biz buna. "aslansın sen, kaplansın, sen yaparsın, yürü be koçum" falan diye beni iyi bi gazladılar. Ben de gaza gelmeye hazırım zaten. Neyse, piyano fiyatlarını araştırdım önce. Araştırmaz olaydım:(

Bu piyano dediğimiz müzik aleti çok pahalı bir şeymiş. Zengin çalgısıymış anlayacağınız. Nerden bileyim yahu ben, televizyon harici biyerde piyano mu görmüşüm? Sesine hayranım evet ama, çalmaya heves etmemiştim. Küçükken keman çalmaya özenirdim ben. Hep bir kemanım olsun istemişimdir. Ama annem "Derslerini etkiler!!" diye aldırmadı bana bir keman. Flüt bile çalmama izin vermediler. Hatırlıyorum da, ben küçükken babam bana bir gitar almıştı. Tüm gün komşuların kafasını sikince, çareyi çöpe atmakta buldular. Çok ağlamıştım lan:'( Neyse, konu iyice dağıldı, piyano diyordum ben. Heh, piyano dediğimiz alet zengin oyuncağı imiş ve her önüne gelen bunu alamazmış. Ev alınacak fiyata piyanolar varmış.

Ucuzundan dandiğinden akustik bir duvar piyanosu takribi 2000tl imiş. Tabii benim bu kadar param yok. Daha öğrenciyiz abisi. Fakirim lan ben:'( Onun için bu piyano öğrenme hevesi iş bulup çalışmaya başladıktan sonraya kaldı. Evde piyano olmadan piyano öğrenilir mi bilemiyorum. Belki kursa falan giderim ama, pratik yapmadan zor bu işler.

Sevgili İhsan Oktay Anar 30 yaşından sonra kalkıp keman çalmayı öğrenebildiyse, ablam 30 yaşından sonra kalkıp ud çalmaya kastıysa, ben de öğrenirim anasını satayım dedim bu piyano işini. Yapacağım azmettim. Piyano çalmaya başlamadan önce, nota falan öğreneceğim. Kendimi müzikten uzak tutmazsam, bu hayalim bir sene içinde kaybolup gitmez. Ben de küçüklükten beri kurageldiğim bir müzik aleti çalma hayalimi gerçekleştiririm.

Çok bir şey istemiyorum ki ben! Sadece love in this club şarkısını çalabilecek kadar piyano öğreneyim yeter. Konser piyanisti olmak, ünlü olmak gibi hayallerim yok sonuçta. Ve merak edenler için David Sides'ın love in this club coverı geliyor:

http://www.youtube.com/watch?v=-f6kHN2_Gok

Azmettim öğreneceğim, öğrendiklerimi buradan paylaşacağım.

mantı üzerine deneysel çalışmalar


Efenim, mantı denince nedense herkesin aklına geleneksel mantı çeşitlemeleri gelir. Mantı dediğin kıymalı olur, mantı dediğin sarımsaklı yoğurtla yenir, mantı dediğin bohça şeklinde katlanır, bir kaşığa bilmemkaç tane mantı sığar vb... Oysa yemek dediğimiz güzelliğe biraz deneysel yaklaşmak gerekmez mi?


Bence mantı olayında biraz deneysel takılmak gerek. Tutturmuşlar bir kıymalı mantı. İtalyan restoranında karidesli ravioliyi yiyorsun? Annen evde peynirli mantı yapsa yemezsin ama! Bu ne perhiz bu ne lahana turşusudur sorarım size ey ahali! Yemek konusunda tutucu olmamak lazım kanımca.

Evet, belki lor peynirli mantı o kadar hoş olmuyor ama, kanımca sucuklu ve tavuklusu pek bir leziz, pek bir şahane. Yiyiniz, yediriniz.

titanic ve diğer batık gemiler hakkında

29 Ağustos 2009 Cumartesi

Tamam bu blog Clive Cussler'a adanmış değil ama ben kendisini çok sevdiğim için konu dönüp dolaşıp ona geliyor. Evet dün gece yine sabaha kadar oturup Clive amcanın teee 1970li yılların sonunda yazdığı Raise The Titanic, türkçeye çevrildiği adıyla Titanik'i okudum. Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim ki Clive amcanın kitaplarını çevirenlerin ve yayınevlerinin garip bir espri anlayışı var. adı Sahara olan kitabın adını uzatıp "Sahrada Ayak Sesleri" yapıyorlar, Raise The Titanic gibi uzun bi adı kısaca Titanik diye çevirmekte beis görmüyorlar. Zaten kitabın ilk baskıları Altın Kitaplar tarafından Lanetli Gemi adıyla ve başka bir çeviriyle yayınlanmış. Benim elimdeki Remzi Kitabevi tarafından yayınlanmış 3. baskısı.



Bu kadar laf salatasından sonra, gelelim kurgu ile gerçekler arasındaki farklara...


Titanik dediğimiz gemi batığı, 1985 temmuzuna kadar keşfedilmemişti. Bizim adına Titanik dediğimiz kitap ise 70'lerin sonunda yazılmıştı. Yani bilgi yanlışları olması doğal. O zamanlar bu dev geminin tek parça halinde battığına inanılıyordu ve bu nedenle de kitap bu varsayım üzerinden şekillenmişti. Efsanevi kahramanımız Dirk Pitt, kendisinin ikinci takımının beşinci golünü atarak Titanik'i tek parça halinde çıkarıyor, ancak hikayemiz bununla bitmiyordu.


Gerçekte ise, gemi iki parça halinde batmış. Üstelik, iki parça arasında yaklaşık 500 metre bir mesafe var. Kitapta gemi pas tutmamış, güverte ve iç kısımları gayetle sağlam kalmış iken gerçekte böyle bir şey söz konusu değil tabii. Gemi perişan vaziyette. Sanırım da birkaç sene içersinde kaybolup gidecekmiş. Halbuki milattan öncesine ait tahta gemiler sapasağlam kalabiliyorlar. Mukadderat...


Efenim tüm bu bilgileri, Secrets of Titanic isimli national geographic belgeselinden öğrendim. Adamlar her konuya olduğu gibi bu konuya da el atmışlar. Yalnız belgeseli ben pek beğenmedim. Daha uzun olabilirdi. Titanic'in son gecesi hakkında daha çok bilgi verilebilirdi. Mesela Titanic'in nasıl battığına dair üç boyutlu grafikler, maketler gösterilmemişti. Hakkında üretilen teoriler ve gerçeklerden bahsedilmemişti. Battığı yer tam koordinatlarıyla belirtilmemişti vs. Hülasa, beğenmedim efenim.


Boş bir vaktiniz olursa, kitabı okumanızı ve belgeseli bulup seyretmenizi tavsiye ederim ama. Her şeye karşın Titanic ile ilgili hikayeler, geminin kendisi kadar büyüleyici.

clive cussler ve macera kitapları hakkında

28 Ağustos 2009 Cuma

İnsanın oturduğu yerden gideremediği o macera tutkusunu gideren yegane şey macera kitaplarıdır. Senelerdir yazılıyor, senelerdir okuyoruz. Bundan sonra da yazılmaya devam edecek ve biz de ayıla bayıla okuyacağız, ama anlamsız bir şekilde bu kitaplar küçümseniyor. Deli olmak işten değil!


Geçen gün elime Clive Cussler'ın ilk baskısı teeee 1979'da yapılmış Iceberg isimli kitabı geçti. Türkçeye Buzdağı adıyla çevrilmiş tahmin edilebileceği gibi. Benim elimdeki, Altın Kitaplardan çıkan 2. baskısı. Şu an baskısı var mı bilemiyorum, zaten elimde olduğu için pek de ilgilenmiyorum. Almak isteyen olursa, kitapyurdu'na, pandora'ya falan bakabilir.

Aslında kitap tanıtmak değildi benim amacım. Anlatmak istediğim başkaydı. Kitabımı elime almış, okumak için koltuğuma yayılmışken, entel dantel bir arkadaşım ziyaretime geldi. Koltuğumun üzerinden arkadaşa "siktir git de keyfimize bakalım" der gibi melül melül bakan kitabıma küçümser bir bakış fırlatıp "ııyyy, ucuz maceralara mı merak saldın artık?" diye aklı sıra beni ezdi.

Ucuz macera romanı ne lan? Sanki paşam bütün gün shakespeare falan okuyor da beni küçümsüyor! Ulan o romanlarda insana çağının ilerisinde bir teknoloji sunuyorlar, sen kendini ne sanıyorsun ki kodumun enteli? İnternetten okuduğu kitap özetleri dışında kitaplar hakkında zerre fikri olmayan, lisedeki kompozisyon ödevlerini yalvar yakar bana yazdıran insan, kalkmış Clive Cussler'ın iyi bir yazar olmadığını söylüyor. Tek bir kitabını bile okumadığı halde!

Clive amcayı ben çocukluğumdan beri takip ederim. Hemen hemen tüm kitaplarını da okumuşumdur. Titanik'in çıkarılması daha gündemde bile değilken Titanik'in çıkarılmasıyla ilgili bir roman yazmış, 1970lerde, 80leri, 1980lerde 90ları görebilmiş bir yazar. Alternatif bir tarih anlayışı sunarak okurlarını düşünmeye zorlayan, bir holywood filmi izlermişçesine heyecanlandıran, inanılmaz faydalı bilgiler veren bir tarzı var.

Buzdağı isimli kitabını okurken, Edgar Allan Poe, Samuel Johnson (ki bu Johnson fenerbahçeli eski futbolcu değildir), Samuel Taylor Coleridge gibi yazarların şiirlerine atıfta bulunuyor. Sayesinde okumak istediğim kitaplar listesine pek çok isim eklendi. Onu geçtim, klasik arabalara olan hayranlığım, sırf Dirk Pitt'e olan sevgim yüzündendir. Tek fark, Dirk gerçek otomobillerin koleksiyonunu yaparken, ben ancak modellerinin koleksiyonunu yapabiliyorum.

Macera romanları, insanın önüne çok farklı evrenlerin, çok farklı hayatların kapılarını açar. Bu edebiyat değildir, bu saçmalıktır diyenler ağızlarından çıkanı kulağı duymayan beyni sulanmış şapşal organizmalardır. Issız bir adada kalan insanın nasıl bir psikoloji içersinde olabileceğini, Kutup gezginlerinin başından neler geçtiğini, oradaki insanların nasıl hissedeceğini, bir uçağı kullanmanın nasıl bir his olduğunu, bir gemide fırtınaya tutulanların korkularını hep bu kitaplar sayesinde öğrenebiliriz. İnsanı oturup freud, jung okuyarak değil, macera romanlarını okuyarak, okuyarak da değil, o maceraları bizzat yaşayarak öğrenebiliriz. Ben belki de Uzun İhsan Efendi gibi korkak olduğum için, dışarı çıkıp o maceralara atılmaya çekiniyorum. Ancak düşlerimde yapabiliyorum bunu. Düşledikçe okuyorum, okudukça düşlüyorum ve bu kısır döngü içersinde düşünüp düşündüklerimi yazıyorum.

Bu blogu yayınlama amacım da bu aslında,gezdiğim/gördüğüm/okuduğum/öğrendiğim şeyleri insanlarla daha samimi bir şekilde paylaşabilmek. Umarım birileri yazdıklarımı okur ve benimle beraber gerçek maceralara atılma cesareti bulur:)

babamın radyosu