Sen Şarkı Söylediğin Zaman...

7 Ekim 2010 Perşembe

 

Sen şarkı söylediğin zaman... sen şarkı söylediğin zaman, mevsimler değişir gibi kımıldıyor içim. Dudaklarından dökülüyor ölüm fermanım, kızıl bir mürekkeple.Ben sana ne yaptım? Sen şarkı söylediğin zaman, ne kadar gençti dünya. Ve ne güzeldin.... Bahar sabahlarının rahatlığı vardı üzerimizde. Sen şarkı söylediğin zaman ne kadar güzeldin... Ne yaptım ben sana? Neden susuyorsun şimdi? Seneler sana ne yapmış, acılar seni ne hale getirmiş? Gözlerin bile aynı bakmıyor.

Ben şarkı söylediğim zaman... Ben şarkı söylediğim zaman, mevsimler değişir gibi kımıldardı içim. Dudaklarımdan doğuyordu şafaklar. Ben kendime ne yaptım böyle? Ben şarkı söylediğim zaman, ne kadar gençti dünya. Ve ne güzeldim. Bahar sabahlarının rahatlığı vardı üzerimde. Ben şarkı söylediğim zaman, ne kadar güzeldim. Bana ne yaptın? Neden konuşuyorsun şimdi?  Eserinle övün.  Ben şarkı söylediğim zaman, bir vazgeçişti bu senden başka herkesten.

Sen şarkı söylediğin zaman, senden başka her şeyden vazgeçerdim. Hayata doyamam, sana doyamam sanırdım. Ben sana bunu nasıl yaptım? Neden tekrar şarkı söylemiyorsun? Neden tekrar benim küçük kanaryam olmuyorsun? Sen şarkı söylediğin zaman, ne kadar gençti dünya. Ve ne neşeliydik.

Ben şarkı söylediğim zaman, ne güzeldi dünya. Ben şarkı söylediğim zaman, şarkım hayat olurdu bize. Ben şarkı söylediğim zaman, ölüm oldu içimdekilere. Ben şarkı söylediğim zaman, öyle yüksek sesle söylerim ki, duyamazsın artık. Ben şarkı söylediğim zaman, öyle bir söylerim ki artık, duyarsın benden başka herkesten.

bir mum yakan, bir gölge yaratır.

19 Mayıs 2010 Çarşamba

insanlar kelimelerin kökenlerine indikçe, filozof oluyor.

"Başlangıçta söz vardı ve söz tanrıydı." diye başlarken yaradılışın hikayesi incil'de, kelimelerin üzerimizdeki gücü anlatılıyor belki de. Bana göre, önce sükut vardı. Bomboş bir sessizlikte doğdu her şey bir müzikle. Ve müzik ile birlikte kelimeler geldi. Kelimelerin de, müzik gibi bir sihri vardı ve insanlar bu sihri seneler boyu kullandı.

Kendi sihrimi yaratmak, kendi büyümü dokumak isterken karşılaştım yerdeniz büyücüsü ile. Bana, "bir şeyi tam mahiyeti ile bilmezsen, ona hükmedemezsin" dedi. ve devam etti: "adıyla çağırırsan gelir."

Sözün kutsallığı üzerine yazılan bir destan bence yerdeniz serisi. Söz, tek bir söz, yerdeniz adalarını okyanusun derinliklerinden çıkarmaya yetmişti. ve başlangıçta, herkes ve her şey yaradılışın o kadim dilini biliyordu. Sonra yavaş yavaş unuttular. Yine de, hala hatırlayanlar, unutulmaması için çabalayanlar vardı ve onlar diğerleri üzerinde "söz" sahibi idi. Bir şeyi tam mahiyeti ile öğrenmeden, o şeyin ismini bilemiyorduk. Ve ismini bildiğimiz nesneler üzerinde tasarruf sahibi idik.

Çok düşündüm sonra, benim gerçek ismim ne diye. Ve şuna karar verdim: isim karakteri ve kaderi etkilemez. Karakter ve kaderdir ismi oluşturan. Kelimeler, salt kelimeler bizim ismimiz değildir. İsmimiz, hayat hikayemiz kadar uzundur ent lisanında ve bu lisanda kelam etmek çok uzun vakit aldığından, entler uzun uzun anlatmaya değmeyecek meseller üzerinde konuşmazlar.

İnsan düşünmeli kelimelerin kökenleri konusunda. Sarfettiğimiz kelimelerin çok azının gerçek anlamını biliyoruz. Daha kelimelerin gerçek manalarını bilmeden, nasıl nesnelerin gerçek adlarını öğrenebiliriz? Adını bile bilmediğimiz bir nesneyi nasıl çağırabiliriz? Ona nasıl hükmedebiliriz. Ya söz konusu insanlarsa? Adını bile bilmediğimiz, kim olduğu konusunda fikrimiz olmadığı kimselerin hayatları üzerinde nasıl tasarruf sahibi olabiliriz? Üstelik, daha kendimizi tanımamışken, nasıl olur da başkalarını bilebiliriz? Adıyla çağırmazsak, hayatımızın aşkı bize nasıl gelir?

Hak hukuk namına ölüm ve yaşam buyurmadan önce, dengeyi bozacak hareketlerde bulunmadan önce, durup düşünmeli insan. Kelimelerin kökenleri, nesnelerin gerçek adları üzerinde düşünmeli. İnsanlar ve insanların mahiyetleri, gerçek adları üzerinde düşünmeli. Ancak böyle korkmadan bir mum yakabilir. Çünkü acem kılıcı gibi iki taraflı keser eylemler ve, bir mum yakan da bir gölge yaratır. Birine iyilik yapan, bir başkasına kötülük yapabilir ve gölgemiz bile, ancak adıyla çağırırsak gelir.

ne güzel ablamızsın sen müzeyyen apla

17 Nisan 2010 Cumartesi

Ulema, cühela ve ehli dubara, ehli namus, ehli işret ve erbab-ı livata rivayet ve ilan, hikâyat ve beyan etmişlerdir ki hicretten 1338, isa mesih'ten 1919 yıl sonra, Bursa namıyla bilinen şehirde daha sonra Müzeyyen Senar namıyla bilinecek bir bebek dünyaya geldi.

Bu kız çocuğunun, hayranlık uyandıracak kadar güzel bir sesi vardı. Dolayısıyla Anadolu Musiki Cemiyeti'nde müzik eğitimine başladıktan bir süre sonra, namını duyan devrin önemli üstadları gelerek ona dersler verdiler. Buradaki hocalarının da yardımıyla İstanbul Radyosu'nda program yapmaya başladı. Her perşembe, radyodan devrin sevilen şarkılarını okuyor, halkı kendisine hayran bırakıyordu.

Müzeyyen Senar'ı kim sevmez ki? Bugün türk sanat musikisinden zerre hazzetmeyenler de, bu türe gönül verenler de sever onu. Efelenmenin, rakı bardağının yakıştığı, öyle hükümet gibi bi kadındır müzeyyen abla. Hakikaten abladır ama. Kaç yaşında olursa olsun, ister 7 ister 77, abladır o. Derdimizi döktüğümüzdür.

Bana sorsalar ki bir gün "zıpır senin en gizli sırlarını kim bilir" diye, Müzeyyen Senar derim. Rakı sofrasında demlenirken benim tüm derdimi tasamı çeken odur. Ağlarken "ağlama sevdam" diye beni teselli eden bir o vardır bir de Zeki Müren. Rakıma meze, derdime ortak olandır o. Neşeme neşe katandır. Kendimi değersiz, çirkin ve kötü hissettiğimde omzuma elini kor "benzemez kimse sana" der bana. Of be müzeyyen abla, asıl sana kimse benzeyemez. Bazen, çok sevip de söyleyemediğimde, aşkımı benim yerime itiraf eder sevdiceğime. Bazen de aşk acıma merhem olmaya çalışır. Bazen daha çok kanatır onu. Ama bilirim ki o hep beni sever. Benimledir. Taş plaktan dönen cızırtı, radyodan gelen parazit, bozulmuş cd'deki cayırtı... hiçbir şey onun sesinin berraklığını, içtenliğini bana ulaştırmada engel değil. hiçbir şey mani olamaz işte onunla olan aşkımıza...

bir yaz gecesi rüyası

Tüm çocukluğum Galadriel'e özenerek geçti. O yaşayan tüm canlıların en zariflerinden biriydi, her görenin aşık olduğu... Üstelik, çok kudretli bir kadındı. Uğruna silmariller yapıldı, ali yüzükler dövüldü. Üçler'in en zarifini o koruyordu. Ama tüm bunların dışında, ona hayran olmamın sebebi, Sam'in Faramir'e yaptığı Galadriel tarifi idi.

"Öyle güzel ki beyim, latif! Bazen, çiçek açmış ulu bir ağaç gibi. Bazen, kır bir fulyacık gibi minik ve narin sanki. Elmas kadar sert, mehtap kadar yumuşak. Güneşin ışıkları kadar sıcak, yıldızlardaki buz kadar soğuk. Karlı bir dağ kadar mağrur ve ırak... Baharda saçlarında papatyalarla gördüğüm genç kızlar kadar neşeli. Ama tüm bunların hiç anlamı yok ve demek istediğimi hiç anlatamıyor."

Ben de böyle tarif edilmek istemiştim. Biri beni öyle anlatsın, öyle hayran olsun, öyle sevsin istemiştim... Pek tabii ki ne öyle güzelim, ne öyle zarif...

Bugün otobüsle eve dönerken, bahar ağaçlarının altından geçtim. Öyle güzeldi ki... Sanki, bahar günlerinde rivendell'da yürüyordum. Rüzgar yüzüme çarpıyordu. Yaşamı damarlarımda hissediyordum, gerçekten mutluydum. Belki bir Galadriel olamazdım ama, Elrond olup kendi rivendell'ımı inşa edebilirdim. Kendi cennetimi yaratabilirdim orta dünyanın dışında da.

Aslında herkes Lorien'in altın ormanının orta dünyanın en güzel en zarif yeri olduğunu düşünse de, benim de Galadriel'e olan sevgim tüm diğer elflerden farklı da olsa, ev dediğimiz şey rivendell'dır, Elrond'un evidir. Çünkü, orası deniz'in doğusundaki son sıcak yuva idi. Herkes, kendi evinden bir parça bulabiliyordu. Irmakları, ormanları, bahçeleri, kütüphaneleri... Hikayeler anlatan, şarkılar söyleyen, şiirler okuyan elfleri ile bir insanın yaşamaktan zevk alacağı, huzur bulacağı bir yerdi. Benim neden öyle bir evim olmasın ki?

Tamam, şarkı söyleyen elfleri evime getiremeyebilirim. Ama evimi o huzur ortamına çevirebilirim diye düşündüm. Hayaller kurdum. Banu, Ahmet falan bana gelmişler, bir yaz gecesi verandada oturmuş çekirdek çitleyip kola içiyoruz. Ne bileyim, belki bilgisayardan bir diziye bir filme bakıyoruz... Hava boğucu değil, hafif bir rüzgar saçlarımızı dalgalandırıyor, ancak kesinlikle üşütmüyor...

Veya belki de, buz gibi biralarımızı almışız öğlen vakti... Birlikte takılıyoruz, fonda my immortal çalar, Banuyla ben ağlaşırız. Banu için bitter, benim için de beyaz çikolata olur, belki de biraz tuzlu fıstık... Sonrasında canımız isterse çıkar dolaşırız, belki sahile ineriz... Sarhoşluk ikindi güneşi ile birlikte başımıza vurur, taksiye zor atarız kendimizi eve dönebilmek için... Alışveriş yapar, bir sürü abur cubur alır eve gelir hepsini yeriz.




İnsanın kendi rivendell'ını oluşturması, kendi cennetini yaratıp orada mutlu mesut yaşaması ne kadar zor... Bazen ne bileyim, sanki ruh emiciler gelmiş de içimdeki tüm mutluluğu almışlar gibi hissediyorum. Sanki bir daha hiç mutlu olamayacakmışım gibi... Oysa bazen de, bugün olduğu gibi çok mutlu oluyorum, eski mutlu günleri düşünüyorum, gelecek mutlu günlerin hayalini kuruyorum, planlar yapıyorum, sanki hiçbir şey beni mutsuz edemezmiş gibi...

Bahçesinde, bahar geldi mi bembeyaz çiçekler açan ağaçların olduğu, içindeki toplu iğneye kadar her şeyini kendi zevkime göre seçebileceğim kendi rivendell'ıma bir an önce kavuşmak istiyorum ben artık. Galadriel olmak önemli değil artık. Zarif ve güzel olmak, herkesi kendime hayran bırakmak önemli değil. Önemli olan huzuru bulabilmek.

Belki de asla bahçeli bir evim olamayacak. Belki asla verandası olan bir evim de olamayacak. Ama ben bir yaz gecesi balkonda çekirdeğim ve kolamla arkadaşlarımla oturacağım daha önce de oturduğum gibi. Bir öğle vakti buz gibi biralarımızı açıp maç izleyeceğim sevdiklerimle. Belki toplu iğnesine kadar severek seçemeyeceğim eşyalarımı. Ama toplu iğnesine kadar seveceğim. Bir pazar sabahı erkenden uyanıp piyano çalabileceğim, krep yaparken şarkılar söyleyebileceğim ve kimsenin bana "kes sesini" diye bağırmayacağı o mutlu günler gelecek...

love me tender in portofino

14 Nisan 2010 Çarşamba

müzik zevkim kadar değişken bir özelliğim daha yok sanırsam. bu nedenle asla “x mi, hayatta dinlemem” diye karizma yapamadım. bir gün jazz dinliyorum bir gün arabesk. ama bu gece başka yaa, bu gece başka…

her şey, louis armstrong’un suçu. bir insan boğazına balgam takılmış gibi bir sesle “what a wonderful world” gibi bir şarkı söyleyip nasıl dinleyenleri kendinden geçirebilir? bilemiyorum. yapabilmek için, anlayabilmek için louis armstrong olmak lazım sanırım. sonra frank abi başladı my way diyerek. ardından nat king cole girl from ipanema dedi ki hemen ardından edith piaf başladı. benim de aklım başımdan gitti zaten artık. oluruna bıraktım öylece kalakaldım.

en son, elvis abi love me tender dedikten sonra, alemlerin az bilinen çocuğu vittorio “portofino”yu patlattı. ben yine hüzünlendim.
portofino, babamın şarkısıdır, 60lı 70li yıllarda genç olan herkes gibi. bilmezdim ki şarkıların bu kadar güzel, kelimelerin kifayetsiz olduğunu beş altı yaşlarındayken. portofino, benim için ağızla taklit edilen dalga sesleri ve hoş bir ıslıktan ibaretti. büyüyüp aşk acısı çekince bildik kıymetini. ben gerçekten ümitsiz bir durumdayken keşfettim şarkıyı. ve o günden sonra en büyük emelim portofino’ya gitmek oldu. çünkü belki de ben de aradığım aşkı portofino’da bulurdum. çünkü ben de hala hayallere inanıyorum. bir gün deniz bana da sevdiğimi getirsin, gökyüzünde onun yüzünü göreyim.

şarkılardaki gibi bir aşk yaşamak neden mümkün olmaz? portofino sahilinde “love me tender, love me sweet” diyemez miyim sevdiğimin kulağına? “i love you and i always will” diyecek mi biri bana? düğünümüzde “unbelievable” eşliğinde dans edebilecek miyiz? yıllar sonra karşılıklı otururken “bir bahar akşamı rastladım size, sevinçli bir telaş içindeydiniz” diye eskiyi yad edebilecek miyiz? o yokken kendimi yarım hissedeceğim biri olacak mı? ben yokken o da kendisini yarım hissedecek mi?

aslında ne kadar açız sevgiye. saf sevgiye ama, tutkuyla karışmadan. tutku güzel, ama geçici o tutku. tutkuyla değil, sevgiyle sevişmek istiyorum ben bir kere olsun ömrümde. hani o dokunmaya kıyamadan, acıtmaya çekinerek… tüm kalbinle isteyerek, kendinden kıskanarak… aynı şekilde, biri benim için gerçekten hissetsin istiyorum bunu. tutkuyla değil, sevgiyle sevişsin istiyorum.

böyle bir erkek var mı acaba? dünyanın herhangi bir yerinde, benimle portofino’ya gidip kulağıma love me tender’ı söylemek isteyecek bir insan var mıdır? büyükada’da tepeye çıkıp island blues eşliğinde dans etmek isteyecek yahut? heybeli’ye gidip gece sandal kiralayarak “biz heybelide her gece mehtaba çıkardık” diye şarkı söyleyecek, orhan veli’nin dedikodulu şiirini okuyacak, bana “ruhumda hicranın”ı söyletmeye çalışacak biri var mıdır? doğum günümde “bir bahar günü doğdun sen” diye şiir okuyacak ya da?

her sabah “günaydınım nar çiçeğim sevgilim” diye şarkı söyleyerek uyandırmak isteyebileceğim biri olabilir mi? yüzünü görmekten sıkılmayacağım? her halini beğeneceğim? bana aptal gelmeyecek, beni aptal bulmayacak biri olabilir mi? evi japon keranesi gibi döşememe ses çıkarmayacak biri yahut da… bu bile ne kadar zor bulunan bir erdem tahmin edemezsiniz…

istekler bu kadar çokken, bunca şey hayal edilirken, reelde bunların karşılığının olmaması kadar koyan bir şey olamaz. asla portofino’ya gidemeyecek, asla birinin kulağıma “love me tender”ı söylediğini duyamayacağım. beni öyle sevecek, öyle değer verecek kimse olmayacak. ben hayal kurmaya devam edeceğim. büyük ihtimalle de yalnız öleceğim, yanımda hayallerimden başka bir şey olmadan. çünkü şarkılar insanı beklentilere sokmaktan ve üzmekten başka bir şeye yaramıyor. 

mr darcy ve aşk üzerine

29 Mart 2010 Pazartesi

Sınavların başlaması ile birlikte içime bir kuşku ve korku çöktü. Bu arada havanın güzelleşip güneşin açması ise anlamsız bir şaka gibi geliyor. Bahar yorgunluğu dediğimiz zımbırtı üstüme üstüme çökerken, sokaklarda elele gezen çiftler, damlarda sabaha kadar miyavlayan kediler ve daha bir sürü şey insanı iflah olmaz bir melankoliye sürüklüyor. İçimdeki tüm sevgi pıtırcıklarını sikme isteği ile sevgi pıtırcığı olma arzusu ölümcül bir dövüşe tutuştu. Pek uzun sürmedi tabii, sevgi pıtırcığı olma arzusu baharın da desteğini alarak pıtıcık sikme arzusuna fatality çekti. Forza pıtırcıklık!

En nihayetinde bu akşam, bakkala gidip karamelli çikolatalı dondurmamı alıp adsız bir sürü dvd arasından Bbc'nin "Aşk ve Gurur"unu bulup Bridget Jones pozisyonu aldım. Bir süre izledikten sonra da sevgilimden ayrılıp bekar ve tasasız hayata geri dönmeye, yalnız ama dostlarıyla mutlu olmaya karar verdim. Aşk ve Gurur'u neden çok sevdiğimi hatırladım.

Kitabı ilk kez ingilizce hazırlıktayken okumuştum. Of nereden baksak on sene olmuş. Pek tabii ki o 50-60 sayfalık ingilizce özet beni kesmemişti. Hemen kütüphaneye koşmuş, kitabı üç kere hatmetmiş, iade ederken de ağlamaklı olmuştum. Sonrasında çeşitli kereler kütüphanelerden ödünç alarak tekrar tekrar okudum, hemen  hemen tüm versiyonlarını (film, dizi vs) izledim. Şu hayatta aşkta mutlu olamamamın tek sebebinin Mr Darcy sendromu olduğunu farkettim.

Ne kadar gözümüzde büyüttük erkekleri, sırf belki içlerinden biri bay Darcy gibidir, mükemmeldir, yakışıklı, zeki, nazik, romantik, zengindir diye... Oysa daha kitapta, Lizzy söylemiyor muydu "öyle bir kadın yok" diye. Evet, ideal kadın yoktu. Miss Bingley ona inanmadı, arkasından çok doğru bir söz etti: "Elizabeth Bennet," said miss Bingley, when the door was closed on her, "is one of those young ladies who seek to recommend themselves to the other sex by undervaluing their own; and with many men, i dare say, it succeeds. but, in my opinion, it is a paltry device, a very mean art" 


Aslında sırf bu cümle bile bir insanın Pride&Prejudice fanatiği olmasına yeter. Çok, çok doğru bir söz. Ama söylendiği yer yanlıştı belki de, zira Darcy ayarı vermiştir Miss Bingley'ye. Erkeklere kendilerini iyi göstermek için hemcinslerini aşağılayan kadınlar demek ki 200 yıl önce bile varmış. Ancak Lizzy, orada hemcinslerini aşağılamıyor, bir gerçeği dile getiriyordu. Mükemmel kadın yoktu. Mükemmel erkek de öyle. Bu idealar aleminden bir an önce çıkıp elimizdekinin kıymetini bilmeliydik belki de. Ama o idealar alemi çok güzel. Mr Darcy gibi mükemmel bir erkeğin bana aşık olması fikri çok harika, her ne kadar ben öyle bir erkeği haketmesem de. Mr Darcy ile kıyaslayınca, insan birlikte olduğu erkeği değersiz, aptal ve duygusuz bir varlık gibi görüyor. Aşık olmadığını düşünüyor. Saygı görmediğini farkediyor. 


Hem 2005'teki holywood versiyonu hem de Bbc'nin dizisinde, Lizzy de çok yüzeysel biri gibi gösteriliyor. Sanki Darcy'ye onca malı mülkü gördükten sonra, sevmediği halde evet demiş gibi. Oysa Lizzy önce saygı duydu Darcy'ye. Kendi ön yargılarını yırtıp da objektif bir şekilde baktığında, onun saygın ve iyi biri olduğunu gördü. Kendi gördüğü Darcy'yi değil, başkalarının ona anlattığı Darcy'yi sevdi. Başkalarının gözünden onu görünce, kendi gözündeki imgesi de değişti. Bu imgeyi sevdi. Gerçekten de, Mr Bennet'ın da dediği gibi daha az değerli bir adam için Lizzy vazgeçilebilir değildi. 


Babası Lizzy'den daha az değerli biri için vazgeçemiyorsa, ben niye kendimden daha az değerli biri için vazgeçeyim? Neden beni yeterince sevmeyen, beni yeterince koruyup kollamayan, bana huzur ve güven vermeyen, bana istediğim gibi bir hayatı sağlayamayacak birine kalbimi veriyim? Neden ideallerimden bir erkek için vazgeçeyim? Neden? Neden daha azıyla yetineyim? Bir baba kızından daha az değerlisi için vazgeçemiyorsa, bir kız neden daha azıyla yetinsin? Evet, Mr Darcy sendromu aşk hayatımı sikip atıyor kabul ediyorum. Ama saygı duymadığın ve sana saygı duymayan biriyle olmaktansa, yalnız olmak daha güzel. 



rüyalar, rüyaalaaar, rüyalaar gerçek olsaaa

27 Mart 2010 Cumartesi

Entel olmaya karar verdiğimden beridir, entellerin çer çöp dediği şeyleri okumayı bıraktım. Bu benim için büyük bir karar. Hala Clive Cussler'ı özlüyorum, twitter'dan takip ediyorum gerçi ama, oradan da bir şey yazdığı yok. öldü mü kaldı mı bilmiyorum, hayatından endişeliyim. Neyse, konumuz bu değil, konumuz başka.

Efenim, fantastik maceraları çok sevdiğimden midir bilmiyorum, fantastik rüyalar görürüm ben sürekli. Bir keresinde, rüyamda sauron dünyaya dönmek için oğlumun bedenini ele geçiriyordu ve ben dünyayı ve oğlumu kurtarmak için sauronla savaşıyordum. sauron'u öldürüp de oğlumu kurtardıktan sonra havuzda kutlama yaparken, oğlum bana dönüp ağzından alevler çıkarıyordu bana. Gördüğüm en fantastik rüya elbette bu değildi. Kaldığım yurdun bahçesindeki gölde yunuslarla muhabbet ettiğim bir rüyaydı mesela. Küçükken çok Flipper izlemiş olmam bunda etken olabilir bilemeyeceğim. Ama "bize bir şey anlatmaya çalışıyor" demeden, bildiğin konuşuyordu bu yunuscan. Üstelik, bildiğin yunus rengi değildi. Yeşildi, karnının altında siyah bir iz vardı. Sanırım bir çizgi filmde böyle bir yunus görmüştüm. Bunu hatırlıyorum.

Pek tabii ki tekrarlayan rüya imgeleri de oluyor. Mesela yüzük kaybetme temalı yüzlerce rüya görmüşümdür. Bir tanesinde evlilik yüzüğümü kaybediyordum, okuldaydım. Bir tanesinde yurttaydım, yüzüğümü kaybediyordum, yüzük beyaz taşlıydı. Sonra oda arkadaşım yüzüğü buluyor, bana veriyordu ancak yüzüğün taşı kırmızıya dönüyordu. En son da annemin hediye ettiği yüzüğü eski sevgilimin evinde kaybettiğim bir rüya gördüm. Eski sevgilim, en yakın arkadaşlarımdan birinin eski sevgilisiymiş ve bu durumu kimse, benim ailem de dahil bilmiyormuş. Ben onun evine annemin hediyesi olan yüzüğü bulmaya gidiyorum ancak içerde yeni sevgilisi uyuyor ki yeni sevgilisi de benim arkadaşım. Birlikte yüzüğü ararken, bir ton özel eşyamı buluyorum evinde ama yüzüğü bulamıyorum. Sonra annem geliyor, Meğersem bizim mahalleye yeni taşınmış da annem de öğrencidir yardım olsun diye yemek bilmemne getirmiş, eski eşyalardan verelim bir şeye ihtiyacın var mı vs diye soruyor. Ben mutfağa saklanıyorum ve annemin söylediklerini duydukça hırsımdan kuduruyorum. Of uyandığımda resmen rahatlamıştım.

En son camiye donsuz girdiğim bir rüya gördükten sonra, bu garabet şeyler nedir ne değildir, neden böyle ilginç şeyler benim rüyalarıma giriyor diye düşünüp bu konuyu araştırmaya karar verdim. Cidden insanın camiye donsuz girmesi çok kötü bir şey, gerçek hayatta denemek isteyen olursa diye diyorum, girmeyin. Ölüyordum az daha. Sokakta donsuz gezmek daha güvenli. Hiç değilse sadece sikerler.

Entel bir insan olmaya karar verdiğim için, pek tabii ki sıradan islami usullere uygun rüya yorumları ile yetinemezdim. Zaten rüyada sauron görmenin bir tabiri yoktu. Rüyada tibet öküzü görmenin bile yorumunu bulamamıştım, nerden bulcam sauronu değil mi ama! Bu nedenle Freudyen rüya yorumları neymiş, nasıl yapılırmış öğrenmek için Freud babanın rüya yorumları isimli eserinin her iki cildini de satın aldım. Evet sevgili okuyucu, yaptım bunu.

Henüz entellikte stajyer olduğum için pek bir şey anladığımı söyleyemem. Zaten henüz birinci cildi bitirdim, ikincisini okumadım. Ancak şunu söyleyebilirim ki, Freud kesinlikle Nietzsche'den daha iyi bir yazarmış. Daha anlaşılır, daha akıcı bir üslubu vardı eserin. Belki de çevirmen daha iyiydi. Evet evet, bu ikinci ihtimal daha yüksek.

Gelelim rüyaların sebeplerine. Efenim regl olduğum geceler sürekli bir yerlerimin kanadığını görmem mesela, somatik rüya sınıfına giriyormuş. Zira rüyalarda bedensel rahatsızlıklarımız su yüzüne çıkıyor, kendilerini ele veriyormuş. Bunun sebebi ise uyurken duyu organlarımızın dış dünyadan çok vücudumuzu dinlemeye başlaması imiş.

Elbette ki duyu organları uyurken kendisini dış dünyaya tamamen kapamıyor. Böyle olsa belki de asla uyanamazdık. Duyu organların algıladığı uyarıcılar bir şekilde rüyalarda kendisini belli ediyor. Misal çalar saatin sesini rüya esnasında rüyanın gidişatına uydurmuş bir şekilde duyuyoruz. Telefon çalması, siren vs gibi şekillerde o zil kendisini belli ediyor. Mesela gece kolun uyuştuysa, kolunu kestiklerini görebilirmişsin. Astım hastaları kendilerini denizde boğulurken görürmüş mesela. Gece kolun bacağın yataktan sarktıysa, kendini uçurumdan, yüksek bir yerden düşerken görebilirmişsin. Benim için en önemlisi: KENDİNİ ÇIPLAK BİR ŞEKİLDE ORTALARDA DOLAŞIR GÖRÜYORSAN, GECE KIÇIN AÇIKTA KALMIŞ DEMEKTİR. Evet, insanlar geceleri üstlerini açıp üşüdüklerinde, kendilerini kıyafetsiz bir şekilde ortalarda dolaşır olarak görürlermiş. Bunu öğrendikten sonra ne kadar mutlu olup sevindiğimi anlatamam. Normalmişim lan! Sadece gece üstümü açıyormuşum. Aslında açmıyorum da, örtünmek gerekir çünkü açılmak için. Bundan sonra yaz geceleri bile yorganla yatıcam.

Freud amca sayesinde rüyalarımla ilgili epey bir açıklama edindim, bir şeyler öğrendim. Tamam çok şey anlamadım ama, bir kere daha okuyup biraz daha araştırma yaparsam öğrenebileceğimi düşünüyorum. Anlayıp öğrendikçe, Bloğumdan aktarmaya devam edeceğim sevgili kuzucuklar.

Bu kadar rüyadan bahsettikten sonra, Emel Sayın'ın o güzel sesinden "rüyalar gerçek olsa" yı dinlemeden gitmek olmaz. Gerçi benim rüyalar gerçek olsa, hakkaten dünya çok daha karmaşık bir yer olurdu.

babamın radyosu